ŞİİRİN SESİNDEN ÖPMEK: ŞİİRE TOSLANMAK

Ali Seven Aktaş yazdı.

“Dünyanın yüzüne gülümseyen şiire karşı maksada ve maksuda erer.”  

25 Haziran 2025

    Tarihin senfonisidir şiir; onunla hesaplaşmak ve kapışmak, son yüzyılların tozunu atmaktır. İkilemlere kapılmadan şiir felsefesi yapmak, Eflatunlaşmaktır. Şiirin, dişlerin arasında saklı duran dizeleri eski kıyı orkestralarında sahne aldı; o görkemli gece yağmura ve aşka seyirci kesilmişti. Kıyıda uyumak, şiirle uyunmak gibiydi. Yaylalardan inen bulutların arasında mısra ağlıyordu; bir yandan da gülüyordu. Gülmek, sanayi devriminden sonra ağlama seslerine kendini bıraktı. Çünkü 18. yüzyılda şiirler insanın ruhuna bir terapi olarak uygulanmaya başlandı. Sanayileşen ülkelerde şiir, insanı ciddi manada terbiye ediyordu; etmeyenleri de ahlaksız ediyordu. 

    Alman şair Schiller, insanın özgür olması için önce içindeki zehirden kurtulması gerektiğini söyler. Peki, insanı sarmalayan zehri şiir kusturacak mı? Eğer sanayi dumanını ciğerlerine kadar almışsa bu pek de mümkün değildi. Bunun yanında, ruhu kirlenmişlerin de, şiir dinlemeyenlerin de işi kolay değildi. Ne de olsa niyet, insanın ahlakını belirliyordu. Bir zaman şiir, insanın kalbine inen tane imgelerin mihenkleşmiş yapılarıydı; eğer ona hasredersen sana elini ve kalbini uzatır, satırlarla yarenlik eder. “Şiiri öpmek,” ona sarılmak, ruh felsefesinin kadri âlemi olurdu. İnsan dersiniz, şiirle koklaşır mı? Özden gelen, can olanla elbette sevişilir.

    “Şiir büyük zekâların işidir.” Evet! Şiirin işidir o; duygu ve hayallerin izinden giden üstün varlıkların kadridir. Sanki dünyaya perde çekmiş şairler var, onlara yürümek hayallere yürümekle başlardı. Bu, zorunlu ehli insanın işiydi. Çünkü şair demişti: “Dünyaya alışan şiir yazamaz.” Peki ya alışmayanlar ne oldu? Onlar ıssız bir yerde öldüler mi? Herkes kendi dünyasının şiirine alışır, onlarla yaşlanırlar. O büyük nefesler alışmadan şiir yazdılar, mesut oldular. İnsanlar mesut olmak için şiire karşı iki çift söz söyleyebilmek adına kendi mağaralarından çakmayı ve aydınlanmayı göze almışlardı.

    İnsan ölür ama şiir ölmez. Ölen şiire kadınların nazik nefesi eşlik ediyor. Bu endama yâr olmak, bütün seyyahların ceplerini karıştırmak gerekiyor. Çünkü o şiirler seyyahların yırtık ceplerinde saklı duruyor, belki bir yerde düşüvermiştir. Neyse ki ziyanı yok; bizim, şiirle ölen kadınların nefeslerinde seyyah-ı âlem dizeleri geziyor. Ne de olsa onlar, güzellikleriyle ilk dünyaya gelmişlerdi. Göğüslerinde şiirler yazılıydı. Arada süte karışıyordu ama Herakleitos’un “akmıyor” dediği anlamda akmıyordu; bu, şiire karışıyordu. Genç kadınların namına ne gerek? Onlar genççecik ergenleri bakireliğine âşık etmişlerdi. Çünkü anneleri Meryem Ana ve Asena’ydı. Erkeklerin ne kadar şiire aç olduklarını iyi bellemişlerdi; resmen genççecik körpeleri dizelerle tavlıyorlardı. Bu kadınlar nasıl olur da şiirle bakir erkekleri tavlıyordu? Bu, olsa olsa seyyahlı kadınların saklı olduğu o şiirlerdeki sihirli keremde saklıydı.

    Kadının ayak sesleri şiire karışmış, karışan ayakların altında bir ben varım. Simgeleşen ağızlarımızın arasında Cemal Süreya’nın “Beni öp sonra doğur beni.” dizeleri nar atıyor; aşka kokan şiir libidosu ellerimize bulaşıyor, bedenimizde cemalle mâna oluyor. Şiirin kulağına eğilerek: “Dudağının dilinden öptüğüm.” Sen ancak gelirsen gelirim insanlığıma. Seni deprem gibi kasıklarımda hissediyorum; mum ışığında sana semah oldum, türküledim. İki dizeyle sana Mevlana oldum. Dönen ruhumun aşkıdır. “Parmaklarımın içinde el sallayan kumlara taş atma.” Dizemin kederi sendedir.

    Kitapların arasında rehin alınan, süt kokan şiirlerin de bir özlemi var. Lale kokan demeleri hapis etmek; ruha terbiyesizlik ve ahlaksızlık etmektir. Kadirşinas kokan, kadın kokulu şiirin dudakları ağlamaklı oluyor. Cemalle naz olmamak adına, mısraya dönüp seslenmemiz ve toparlanıp gitmemiz gerekiyor. Bir dağ başında saklı kalan lalenin önünde durarak, hepi topu iki şiir yazıp ona özlem duyup, aşkların penceresinden güneş ışıldayan gökyüzüne bakarak, beyaz tenli şiirle biraz sevişeceğiz. Hepsi bu kadarcık. Freudyen bilinçle felç olsak bile, güzelle karşı durmak bahtiyarlıktı. Ruhu şemayı terbiye ederdi. Cemalle kim dur demiştir? Bizim Karacaoğlan bile duramamıştır; atta, kadına, sümbülle ve şiirin süt beyaz dudaklarıyla sevişmiştir. “İncecikten bir kar yağar, tozar Elif Elif.” Bu temada kadının ten kokusu, sevgisi kokuyor. Başka bir minvalde, bizim Yunus Emre dizesinde “Bülbül ne yatsın yaz bahar ağlar.” der. Gördüğümüz yara, yar edenlerin imgelerinde, temalarında, şiirin nazik dudağındaki aşkların nefesi kokuyor.

    Nazım Hikmet değil, nazım şiirin bir başka güzelleşmesidir. O, başka nefestir; ona şiir diyoruz. Gözyaşlarına, babasızlığa, annesizliğe çare bulan, onunla dost olana şiir. Sesi kısılmış seslerin nefesi olmuştur; gırtlağına sıkışan birkaç sözcüğün anlamını bulmaya çalışan, özgürlüğünü kısıtlayan, ayaklarında çivilenmişlerin kardeşliğini yapmıştır. Sizin hiç şiiriniz öldü mü? Kaç yaşında babasız kaldıysanız, o vakit şiiriniz ölmüştür. Ellerinizde saklı olan filizlerin demeleri, o vakit kalplerinize zuhur eder. Kalplerinize inen bir demet sevgi tomurcukları, babanızın sesi olur, anlamı onunla buluşur. Satırlara yaslanan şiire, şiire yaslanan satırlara gözyaşları döker. Ona yürümek için başa dönüp sonuna kadar tekrar yürümek, insanı kâmilli sâkileştirir. Gitmek bazen başa dönmektir. Hayallerin arasında saklı kalmak ve imgelerin gölgesinde mısralara yaprak olmayı düşlemek, geçmiş yılların hatırıdır. Nazıma yürümek, yönelmek, kendine had bildirmekti. Geçmişin ayak izleri, kitapların arasındaki yazılardaki nazımda saklıydı.

Ali Seven Aktaş