Yeni kadromuzla, yeni projelerimizle, yeni bir heyecanla hazırlandığımız yeni yayın dönemine, ustamız Zülfü Livaneli’nin bize gönderdiği mesajı ve sizlere gönderdiği selamı ileterek başlıyoruz:

SATIRBAŞI!

Merhaba Dostlar,

Heyecanınızı ve duyurularınızı görüyorum. Yeni yayın dönemi hazırlıklarınızın bir kısmından haberim oldu. Çalışmalarını, kitaplarını henüz yayınlanmadan önce okuduğum, arka kapaklarını yazdığım, son yıllarda umutla izlediğim siz kardeşlerimin bir araya gelmesine, bu yola girmiş olmasına sevindim. Estetik kaygıları asla geri plana itmeden, ama toplumsal sorumluluk bilinciyle ve edebiyat dünyasının gidişatına müdahale etmek gibi büyük bir iddiayla yürüteceğiniz yayıncılık çalışmalarını da önemli buluyorum.

Bu arada, yeni yayın dönemi için hazırlıklarını yürüttüğünüz derginizin adı, hatırladıkça beni gülümseten bir anımı canlandırdı. Sadece komik değil, memleketimizin değişmeyen halini yansıtan bir trajik yönü de var.

Ankara’da bizim gençlik dönemimizde, 1968’de ve 70'li yıllarda “Piknik” adında bir lokanta vardı. Atatürk Bulvarı üstünde, o dönemin okuryazar kesiminden herkesin bildiği bir mekândı orası. Kent kültürünün bir parçası haline gelmiş, birçok kişinin hayatında yeri olan, hâlâ da hatırlanan bir lokantadır. Piknik’in bitişiğinde de bir kitapevi vardı. Cephesi oldukça dar, içeriye doğru derinleşerek girilen, büyükçe bir dükkândı. Yabancı kitaplar satardı daha çok.

Kitapçının önünde bir tezgâh ve o tezgâhın başında uzun boylu bir adam dururdu. Kambur, yılların yorgunluğunu taşımak için hafif eğilmiş gibi bir hali vardı. Biraz da aklı başka yerlerde kalmış gibiydi; konuştuğu kişiyle iletişim uzarsa dikkati dağılırdı, hatta titremeye başlar, diyaloğu sürdüremezdi. Zaten pek konuşmazdı. Sıkça karşılaştığım bu adamın hikâyesini yıllar sonra öğrendim.

1938'de Harp Okulu olaylarında kitapçıda çalışıyormuş adam. Harp Okulu öğrencileri de gelip kitap alırlarmış ondan. Sonra Nazımlar ve Harp Okulu öğrencileri, isyana teşvikten hapse atılınca, arada onu da tutuklamışlar, kitap satıcısı olarak.

Biraz da telaşlı bir yapısı olduğu için herhalde, içerdeyken dalga geçiyorlarmış öğrenciler adamla. Diyorlarmış ki: 

"Bize bir şey olmaz. Biz nihayetinde bazı kitapları aldık, okuduk. Ama bu kitapları satanı çok fena yapacaklar." 

"Ne yaparlar abi bana?" diye soruyormuş adam. 

"Vallahi seni idam ederler herhalde." 

Böyle böyle inandırmışlar adamı.

Mahkemeye götürüldüğünde, hâkimin karşısında tir tir titriyormuş. Adın, baba adın, doğum yerin gibi klasik sorulara başlamış hâkim. Sonra kâtibe yönelmiş:

"Yaz kızım, kimlik bilgileri soruldu. Satırbaşı…"

Adam bir anda bayılıp düşmüş. “Satırbaşı” sözünü duyunca fenalık geçirdiğinden haberi olmayan salondaki görevliler telaşlanmışlar. Adamın o günlerde yaşadığı korkuların etkisi kalıcı olmuş.

Derginizin adının Nazım’ın 835 Satır yapıtına öykünerek belirlendiğini duyduğumda, aklıma bu hikâye geldi. Sahiden de “Satır”, bizim edebiyat dünyamızda tehlikeli bir kavramdır. Sizlerin modaya uyarak değil de kadim ve evrensel edebiyat değerlerini çağın koşullarına uyarlayarak ilerleme tercihiniz, en azından zor yolu seçmek gibi, hemen okura ulaşamamak gibi tehlikeler içeriyor. Ama bütün büyük sanat çalışmaları, bütün nitelikli yayınlar, okura ve insana güvenerek yaratılmıştır.

İnsanların nitelikli çalışmaların değerini anlayacağı konusundaki güveninizde haklı çıkacaksınız. O güzel insanları bir kez daha selamlıyorum.

Sizleri umutla izlemeye devam edeceğim.


Zülfü Livaneli