Deniz Efil yazdı.
Gök gürültüsünün sabahı ikiye bölen sesiyle irkilerek uyandım. Gün yeni yeni ışıyor gibiydi. Kalp atışlarım biraz sıklaşmıştı. Üzerimdeki kırmızı damalı, ince tişörtün yakası ve yastığım sırılsıklamdı. Alnımdan terler süzülüyordu, susadığımı hissettim. Yatak boştu, kız arkadaşım Bahar yanımda yoktu. Usulca doğrulup mutfağa yürüdüm. Gece çok geç saatlere kadar sedirde oturup yıldızları seyrederek şarkılar söylediğimiz, sohbet ettiğimiz dostlar neredeydi? Bahar, Nergis, Sinan… Nergis’le Sinan’ın atışmaları, Bahar’la ince fikir ayrılıklarımız… Zaman zaman kırılgan anların yaşandığı ama son tahlilde kâh gülüp kâh hüzünlendiğimiz güzel bir geceydi. Zaten bu hayatta hangi ilişki mükemmel, hangi birliktelik masalsıydı ki. Hülasa, hayata iyisiyle kötüsüyle birlikte göğüs gerebilmekti bütün mesele… An’lar vardı. Mutlu anlar… Gerisi lafügüzaftı.
Yazlık ev, derin bir sessizlik içindeydi. Herkes benden evvel uyanmış, giyinip kendini sokağa atmış gibiydi. Dış kapıdan esen sabah rüzgârı içimi ürpertti. Kapı ne zamandır açıktı acaba? Damacananın dibinde kalan suyu “hororu hor hor hor” ritminde ve zorlukla bardağıma pompalayarak tek dikişte içtim. Hızlıca kıyafetimi değiştirip ben de kendimi dışarı attım.
Kapının önündeki eşiği geçince boylu boyunca uzanan dar sokağın her iki ucuna dikkatle bakındım. Kimsecikler yoktu. “Miyaavvv!” sesiyle sokaktaki vakur sessizlik, sobaya düşen su damlası gibi dağılmıştı. Az ilerideki çöp bidonundan sıçrayarak çıkan sarı kedi aklımı almıştı. Sahil, elli altmış metre aşağıdaydı. Dar ve ıslak patikadan kayıp düşmemeye çalışarak hızlı adımlarla ilerledim. Parmak arası terliklere hiçbir vakit alışamadım. Oldum olası da sevemedim. Yine de bu mevsimde insan en çok onların içinde rahat ediyordu. Gökyüzünde yer yer kara bulutlar olmasına rağmen, gözün gördüğü büyük bir manzara güneşin sıcağıyla hemhâldi. Belki sahile inmişlerdir, diye düşündüm. Deniz, çarşaf gibiydi, berraktı. Sabah güneşi, minik ve ılık rüzgârlarla yüzünü okşarken mavi bir çiçek gibi kıpırtısızdı. Sülfür, yosun ve soğuk tuz kokusu nefesimi açmıştı. Ufuklar sisli ve huzurluydu. Bir kez daha tüm heybetiyle gök gürledi. Yağmur gelmekteydi. Balıkçı teknelerinin silüetleri, koyu gri birer fırça darbesi gibi denizin üzerinde sürükleniyordu. Ayaklarımın altından kayan kum taneleri henüz soğuktu. Sahil boyunca yürüyerek yem arayan birkaç beyaz ve gri martı vardı. Nereden geldiğini bir türlü çözemediğim nergis kokuları bir de.
“Gelsene, su çok güzel…” diyen davetkâr bir kadın sesi duydum. Hangi yönden geldiğini anlamaya çalışıyordum ki, tekrar o yumuşak ve sıcak sesiyle bana seslendi.
“Sabahın bu saatleri denizin en güzel anlarıdır. Gel hadi!”
Yeni yeni ayılan gözlerimle hızlıca denizi taradım. Sağ çaprazımda, yaklaşık altmış yetmiş metre açıkta, koyu sarı saçları ve boynuna kadar suyun içindeki mahremiyetiyle gülümseyerek bana bakıyordu. Sanki onu çok uzun zamandır tanıyormuşum gibi geldi bir an. Oysa bu şehre yıllardır gelmemiştim. Plajdaki şezlonglardan birinin kenarına oturup onu seyretmeye başladım. Bir balık gibi suya dalıp çıktıkça güneş saçlarında ışıldıyor, mayosundaki fosforlu pembe desenler gözümü alıyordu. Güneş bulutlara girip çıktıkça, gözlerimi kısmak zorunda kalıyordum, onu görmek zorlaşıyordu. Şemsiyeyi kendi yönüme çevirmek için ayağa kalkıp sırtımı denize döndüm. Kum dolu ağır tabanını zorlukla kıpırdatarak çevirdim. Tekrar yerime oturacaktım ki, birden onu karşımda gördüm. Bir metre önümde, doğrudan gözlerime bakarak gülümsüyordu. Denizin ışıltılı damlaları vücudunun bütün kıvrımlarından süzülerek, ince zarif ve parmakları siyah ojeli ayaklarına düşüyordu.
“Saç bandımı uzatır mısın?” dedi.
Kumlar ayağımın altından kayıp gidecekmiş gibi ürperdim bir an.
“Tabii…”
Elimdeki titremeyi fark etmesin diye hızlıca uzanıp hasır şemsiyenin mandalına asılı mor saç bandını alıverdim. Üzerinde saçından bir iki tel vardı. Gayriihtiyari dokundum. Dönüp bandı beyaz avuçlarına koydum. Yine o keskin ve dayanılmaz nergis kokusunu duydum.
“Teşekkür ederim” diyerek gülümsedi.
Başımı başka bir yöne çevirdim. Gözlerimde mahcup bir kaçış vardı. Karşıdaki uzak adada bir yaşlı ağacın dalları rüzgârla silkelendi. Bir martı denize doğru pike yaparak uzaklaştı. Hızla dönüp gitmişti. Arkasından, bir masal sahnesini hayalimde canlandırır gibi baktım. Koşarken savrulan kum taneleri düşmemek için sanki ayaklarına sarılıyordu. Tekrar serin maviliğe dalıverdi. Sol tarafta, uzak yamaçta bulutlar toplanıyordu. Koyu gri, kasvetli bulutlar… Az sonra yağacak hüznün habercisi gibiydiler. İnsan böyle zamanlarda nasıl da güneşi durdurmak, rüzgârı susturmak, zamanı boğmak istiyordu. Esir almak istiyordu bulutları. Mutluydu çünkü insan böyle zamanlarda, alabildiğine huzurluydu. Oysa sürekli mutluluk diye bir şey yoktu hayatta, yalnızca mutlu anlar vardı. Kaybolması, bir kum saati gibi akıp tükenmesi asla istenmeyen vakitler vardı.
Şemsiye, evet, bir şemsiye bulmalıyım, diye geçirdim içimden. Terliklerimi tekrar ayağıma geçirmeyi unutarak toprak patikayı ve taş yolu yalınayak koşarak geçtim. Kapının önünde, avlu duvarına yaslanmış yarı açık bir şemsiye vardı, alıp hemen geri döndüm. Dostlar hâlâ ortalıkta yoktu. Kulaklarımda yankılanan ve denize düşen damla sesleriyle, ilk kez yağmurun gelişini bu kadar açık görüyor ve hissediyordum. Denizin sol açığından sıklıkla ve ardı ardına düşen damlalar, saniyeler içinde kıyıya doğru ilerliyor, maviyi tarayarak geliyordu. Koyu sarı saçlı kadın görünürde yoktu. Üzerine, içi boşaltılmış mermiler gibi düşen yağmur damlalarıyla sallanan deniz ıssızdı. Az evvel bir yunus balığı gibi küçük dalgalara gire çıka yüzen o zarif kadın kaybolmuştu. Korktum, endişelendim. Bu kadar kısa sürede çıkıp uzaklaşmış olabilir miydi? Aman yarabbi! Yoksa başına bir hal mi gelmişti? Deryaya dalıp derinde kaybolmuş olmasın… Bu ihtimal korkunçtu.
Tam bir başka ihtimali düşünüyordum ki, buluttan çıkan güneş gibi koyu sarı saçlarıyla denizden çıkıverdi. Gülüşüne vuran gün ışığı yağmur damlalarının arasından kırılarak dağılıyor, adeta baktığım her köşeye bir ışık hüzmesi düşürüyordu. Belli ki denize düşen yağmur damlalarını suyun içinden izlemenin tarifsiz güzelliğini biliyordu. Ne yalan söyleyeyim, bu ıssızın ortasında, bu büyülü anda ondan çok etkilenmiştim. Üzerimdeki tişörtü çıkarıp koşarak denize atlayacak oldum ki, tekrar maviye dalıp gözden kayboldu. Çıkmasını bekledim bir süre fakat bu, normalin üzerinde bir vakit aldı. Bu defa hakiki bir endişe içindeydim. Tişörtü çıkarıp bir kenara fırlattığım gibi, üzerime düşen yağmur damlalarının arasından koşarak denize atladım ve delice yüzmeye başladım. Epeyce ilerleyip onu son gördüğüm bölgeye gelince doğruldum. Tekrar etrafıma bakındım. En ufak bir kıpırtı dahi yoktu. Daldım. Aşağısı bir renk cümbüşü gibiydi. Yosunlar, Japon balıkları, rengârenk parlak taşlar… Bir akvaryuma dalmışım gibiydim. Tam o sırada, ileride, derinliğin arttığı bir yerde gördüm onu. Eliyle, gel, der gibi bir işaret yaptı ve büyükçe bir kayanın arkasına yüzüp kayboldu. Bir iki kulaç atıp derine gidecek oldum fakat nefesim tükenmek üzereydi. Can havliyle yüzeye çıktım. Yağmur dinmiş, bulutlar dağılmaya başlamıştı. Etrafta kimseler yoktu. Yine aynı nergis kokusunu, bu defa daha derinden içime çektim. Neden buraya geldiğimi hatırladım bir an. Arkadaşlar nereye kaybolmuştu? Tam kıyıya doğru bir iki adım atacak oldum ki, biri sarsarak omzuma dokundu.
“Hadi uyansana abi." dedi. Sinan'dı. "Öğlen oldu neredeyse. Amma derin uyudun. Herkes sedirde seni bekliyor. Kızlar kahvaltı hazırlamışlar.”
Başımda korkunç bir ağrı hissettim.
“Tamam geliyorum. Sanırım, gece biraz fazla kaçırdık şarkıları…”
“Gel hadi, su çok güzelmiş." dedi gülerek. "Kahvaltıdan sonra denize gidelim diyorlar. Ayılırsın.”
“Olur. Hemen geliyorum.”
Kalkıp etrafıma bakındım. Yabancı bir evde, yabancı bir şehirde fakat bildik bir yanılgı içindeydim. Hayal ile gerçek arasında harman olan insan hikâyelerine karışmıştı yine aklım. Onu da fikrimin faili duygular kandırmıştı elbet. Banyoya girip kapıyı kapattım. Yüzüme defalarca soğuk su çarptıktan sonra başımı kaldırıp aynaya baktım, güldüm kendi kendime. Hemen arkamdaki kapıda asılı, pembe puantiyeli ve fosforlu siyah bir mayo vardı...