TARİHİN YARGISI

Sonbaharın ilk ayı hakinin hâkimiyetini getiriyordu memlekete. Günlerin ibresi on ikiye çattığında, yaşam donup siyah beyaz bir kartpostalın çerçevesine giriyordu. Buz kesmiş zamanda senenin kaç olduğunun önemi yoktu. Tank paletlerine yazgılı topraklar bir yenisini daha görüyordu postallı yürüyüşünün. Güneş sırra kadem basmış, karanlığın insafına bırakmıştı her yeri. Korkunun rengi hakiye kızılın karışacağını martılar, kargalar, güvercinler ve serçeler bile biliyordu. Bir ağızdan çıkacak sözün nice başları yaşamdan söküp atacağı günlerdi. Eylül bu sefer kocaman bir eşek şakası yapmış, güzü müjdeleyeceğine palaskalıların eliyle karakışı erkenden getirmişti. Doğanın o güzel renkleri çabucak solmuş, yerini tek tip bir boya almıştı. Bundan sonra ressamlar yalnızca aynı tonu kullanacak, birbirinin tıpkısı resimleri yapacaktı. Nasıl olsa artık emir demiri ve çeliği hep kesecekti.

Beni tarihle yargılayın, dediğinde senin gibi nicesi atılmıştı parmaklıkların ardına. Öyle ki hâkim olanların başı, taraf tutmadık, bir sağdan bir de soldan astık, diyecekti sonrasında. Eşitliği belirleyen idam edilenlerin sayısı olacaktı. Vakit, havadaki uçurtmanın varlığına dahi katlanamayanların saatiydi. Sayfalar yakılmalı, dizeler çiğnenmeli, kısacası mahzurlu görünen ne varsa yok edilmeliydi canlı, cansız denilmeden. Mesela sakıncalı gördükleri kitapların bahanesiyle İlhan’ın başını düşürmüşlerdi yere ve adı yadigâr kalmıştı kardeşine. Ne seni ne arkadaşlarını ne de başkalarını bilimle felsefeyle anladılar. İnandıkları dil tekdüzenin alfabesine aitti. Tek fikir, tek bakış açısı, tek söylem egemen olmalıydı. Bunu da hiç zorlanmadan başardılar. Nasıl olsa eşit davranmışlar, bir soldan bir de sağdan insanları götürmüşlerdi ipe. 

Yine de titrek bir mum alevinin ışığında kaleme alıyordun mısralarını. Ne bulanık bir is ne de göz gözü görmez bir sistin. Yazdıkların illa bir gün bulacaktı adreslerini. Belki buna şahit olamayacaktın ama yalnızca umudu bile güç veriyordu mahpusta sana. Susmak zorunda olan diline kalemin ses veriyordu. Ölümün bal, idamınsa güllük gülistanlık olmadığı aşikârdı. Türkiye kadar bir çiçek büyütmeyi istemiştiniz ama hakilerin yumruğu ezmişti tüm yapraklarını. Her şey Taylan’ın yere düşmesiyle başladı Beyazıt’ta ve ozanın yazdığı gibi bütün yanaklar kesti sapsarıya. Filmin devamı, koskoca bir çorabın sökülüp gitmesiydi. Sıkılığıyla övünen yönetim de postallıların yıllar sonra yürüyeceği yolu tertemiz yapmış, önünü itinayla açmıştı.   

Bıyığından gül sarkamaz, bıyık bırakmak yasaktı sana. Yalnızca engellerin egemen olduğu zamanda, yüzündeki kıla, tüye dahi karışmaları şaşırtıcı değildi. Mantığın elveda deyip kaçarak uzaklaştığı bir dönemde, her şey cezalandırma kapsamına girebilirdi. Çünkü tek gerçeklik işkencecilerin söyledikleriydi. Elektriği bulan mucitse mezarında ters dönmekle meşguldü. Kertiş Ali’den daha profesyonel olanlar gönül rahatlığıyla görüyordu işlerini. Hapsi boylamadan insanlar meçhule gidiyor, ismi cismi siliniyordu ellerinde. Parmaklıkların ardına girenler de tıpkı senin gibi başlarına ne geleceğini düşünüp duruyordu. Hakilerin vaktinde bilinmezlikler olağan akışın parçasıydı. Bir bakmışsın -kendinden habersizce- kemerinle asmışsın bedenini. 

Koynuna idamları alıp yattığın saatler, gecelerin karanlığında ay ışığını yediğin, yıldızları içtiğin dakikalar. Semt pazarları yerine darağaçlarının kurulduğu günler yaşanıyordu. Kalemlerin ardı ardına kırıldığı, yağlı iplerin boyunlara geçirildiği anlar yavaşça akıyordu. Ülkenin gençleri ifadesiz suratların önünde bir bir yere düşürülüyor, hâkimiyeti elinde bulunduranların düzeni tıkır tıkır işliyordu. Her geçen hafta idamlıkların arasına yenileri katılıyordu. Senin de bu topluluğun içinde olman yalnızca an meselesiydi. Hatıralarını bıraktığın dostların ve mutluluğu için dövüştüğün insanlar kimi zaman doluşuyordu zihnine. Sonunun ne olacağını bilmene rağmen yine de düşlerinin sana getirdiği o güzel geleceği istiyordun. Belli mi olurdu, belki senden sonrakiler ulaşırlardı güneşle yıkanmış yarınlara. 

Kulaklarında hoşça kal senfonisi yankılanıyordu. Yedi bölge ve yedi iklimden gelen şarkının sözlerini işitiyordun. Sen de bunu yanıtsız bırakmıyor mısralarınla cevap veriyordun. Yazdığın elveda şiiri ulaşıyordu köprülere, tren yollarına, balıkçı motorlarına, takalara, fabrikalara, işçilere ve köylülere. Bir hoşça kal da sen diyordun yurduna, annene, babana, kardeşine, sevgiline ve dünyaya. Sınırlı olmayan zamanla sınırlı olmayan mekâna gideceğini biliyordun artık. Parmaklarından hiç düşmeyen kalemini çat diye kırmıştı palaskalılar. Hükmün belliydi, sadece vaktini, yerine getirilmesini bekliyordun. İdamların alınıp satıldığı pazarda yediğin cezaya şaşırmıyordun. Nice yoldaşının başına gelmişti, şimdi sıra sendeydi.  

Biraz sonra asmaya götürecekler, biraz sonra dalımdan koparıp öldürecekler beni, dedin kendi kendine. Nice ağaçlar kesilmiş, nice çiçekler kökünden sökülmüştü. Ömürlerin tazeyken soldurulmasına alışıktı bu topraklar. Sen ve arkadaşların gibi daha kimlerin boynuna takılmıştı yağlı urgan. Elveda vakti bu sefer hapishanede senle birlikte olanlar için gelmişti. Şiirinin kalan dizelerini onlara yazmıştın. Sıcak çorbana, içtiğin çayla sigarana hoşça kal diyordun. Havalandırma sırana, banyo sırana, kelepçe sırana hoşça kal diyordun. Parkana, kazağına, eldivenlerine, ayakkabılarına hoşça kal diyordun. Kalemine, saatine ve kavganı emanet bıraktığın dostlarına hoşça kal diyordun. En yaşayan, en sevdalı hâlinle asılmaya gidiyordun. 

Sonrasında hakilerin zamanı da göz açıp kapayıncaya kadar dörtnala geçti. Hatta o dönemki postallıların lideri de başımıza ressam oldu, renklerin dünyasını öğrendi. İnanır mısın yaptığı resimler bu sanattır, diye yutturulmaya çalışıldı, birbirleriyle yarışan zenginler satın aldı tablolarını. Senin şiirlerinse bir kitabın içinde toplanıp geleceğin oldu. Öyle ki davudi sesli şarkıcı son yazdığın “Tarihin Yargısı” şiirini besteledi. Ve şarkısında şu mısralarını söyledi:

Beni yaşamımla sorgula iki gözüm

Beni yüreğimle, beni özümle

Bilimle anla beni, felsefeyle anla beni,

Tarihle anla beni

Ve öyle yargıla.

 

 

TURHAN YILDIRIM