SARI KEDİ

“Ne gelirdi ki elimden?” dedi Adam. Odasının küflü duvarına anlamsız bakışını yoğunlaştırmışken söylemişti bunu. “Ne gelirdi ki elimden?”  Masasındaki kurmalı saatine bir bakış attı. Saat 4.44. Hangi günde olduğundan bîhaber. Önemsizdi hem, dünü tam manasıyla yaşayamamışsa bulunduğu günün kıymeti yoktu. Bir işe sahip miydi? Hayır. Bir arkadaşı var mıydı? Hayır. Dolaptaki birkaç parça yiyecek, üzerindeki palto, yamalı pantolonu ve başını soktuğu bu tek odadan başka hiçbir şeye sahip değildi. Ne oda ama... Kuzeni ona acıdığından açmıştı bu odayı... Gece yarısı sağından soluna dönerken karyolasının çıkardığı sese uyanırdı bazen. Bir tek penceresi vardı, o da apartman boşluğuna, o boşluktaki kuş pisliklerine bakardı. Birinin kendisine acımasından başlarda imtina etse de buna gitgide alışmıştı. Kendinden tiksinmenin bir sonraki evresiydi bu. Mahallelinin çocuklarının kendisiyle dalga geçmesine bile alışmıştı, o ufak işe yaramaz veletlerin... Her şeye alışabilirdi insanoğlu. Yeter ki kimsesiz ve çaresiz kalsın. Bazı geceler uyuyamaz sabahlara değin düşünüp dururdu. Yorgun gözleri öylesine hasretle doluydu ki ağlamaklar bu hasreti bir türlü alıp götürmeye muktedir olamazdı. Bazı bazı gözlerinin kızarıklığı bembeyaz teninde kendini öyle ele verirdi ki utancından yüzünü kaldıramazdı, dolanmaya çarşıya çıktığında bile. Bu dolanmaların tek bir sebebi vardı. İki hafta öncesine kadar odasına ara ara gelen bir kedi artık gelmez olmuştu. Sarı tüylü, yeşil gözlü, masum bakışlı bir kedi. Masum bakışlı olmasına rağmen kimi zaman çok hırçın olabiliyordu. Böylesi zamanlarda çenesini okşamak yatıştırıyordu kediciği. Bu kedi, peynirini paylaştığı bu dost, Adam’ın uzun zaman sonra dokunduğu, muhabbet ettiği ilk canlıydı. Ona içini açmıştı. Uysallaşıp kucağına yattığı anda başından geçenleri bir bir düşünmeye başlardı. Bunları sözlü olarak ifade etmesine gerek yoktu. Ne de olsa dilini bilmiyordu, yalnızca karnını okşardı ve düşünmeye koyulurdu, ağzından çıkanı anlayamazdı lâkin belki hislerini aktarabilirdi. Neden olmasındı.

Karyolanın kenarından destek alarak ayağa kalktı. İlkin başı döndü, bacaklarının ne denli güçsüzleşmiş olduğunu anlamasına yetmişti bu kalkışı. Lisede futbol oynadığı günler hatırına geldi. Topu aldı mı rakip takımdan kimse yetişemezdi. Güçlü bileklere ve dayanıklı bacaklara sahipti, öylesine atik, öylesine çabuk... Şimdiyse öylesine güçten düşmüştü ki ayağa kalkmasıyla bacaklarının titremesi bir olmuştu. Işığı yakmak istedi, ardından havanın zaten birazdan aydınlanacağını hesaba katarak bu isteğini bir kenara attı. Bilmem kaç aydır temizlenmemiş aynasında yüzüne baktı. Biçimsiz bir avuç sakal, morlukların ortasında kalmış bir çift göz, susuzluktan kurumuş, beyazlaşmış dudaklar. Su olmayışından değildi elbet, hayatî birçok şeyi ihmal ettiği gibi su içmeyi de ihmal edişindendi. Yüzünde, biçimini kaybetmemiş veya değişime uğramamış tek organı burnuydu. Küçük ve yandan bakıldığında kusursuz bir görünüm sunan burnu. Yalnız bunun Adam için hiçbir önemi yoktu. Aynaya birkaç saniye boyunca kayıtsızca baktı. Yüzünden çok aynadaki lekelere bakmış olmalıydı yahut lekelerden de öte bir şeyler görmüştü. İnsanoğlu böyledir. Kimi zaman bir şeyle gerçekten ilgileniyor gibi görünse de kafasından milyon fotoğraf geçer durur. Hepi topu 16 metrekare olan odasında volta atmaya başladı, gün içerisinde birçok seferler yaptığı gibi. “Ne gelirdi ki elimden?” diye sayıklamaya başladı yine. Her deyişinde işaret parmağını irkilircesine oynattı. Tekrarladıkça anıları daha da netleşiyordu sanki. Yoğun renklerin hakimiyetindeki ne idüğü belirsiz şekiller geçmeye başladı bir bir gözünün önünden. Gitgide yükselen sesleri zihninden atacak gücü bir türlü kendinde bulamıyor, çıldıracak gibi oluyordu. Her tekrarda adımları hızlanıyor, bununla da kalmayıp parmağını daha hızlı oynatıyordu. “Ne gelirdi ki elimden?” Kendine hâkim olamıyor. Tekrarladıkça hızlanıyor, hızlandıkça anılar daha görünüyor oluyordu. Zihninin derinliklerinde duyduğu bir çarpışma sesiyle aniden olduğu yerde dikiledurdu, ardından yavaşça kendini karyolaya bıraktı.

On on iki saat geçmiş olmalıydı. Üç çocuğun kovalamaca oynarken çıkardığı sesler, bağırtıları odanın içerisinden duyulamayacak gibi değildi. Dışarıya bakan bir penceresi olmadığından oda hiçbir zaman tam anlamıyla aydınlık olamıyordu. Evdeki tek karanlık oda kendisininkiydi. Holdeki aydınlığın yarısı buzlu olan camından odaya girişi Adam için yetiyordu da artıyordu. İyice hassaslaşmış gözlerine kimi zaman çok bile geliyordu.  Çocuklardan birinin ağlama sesini işitti, ardından buna bir diğerinin ağlama sesi eklendi. “Anne, Eylül yüzüme vurdu, bak nasıl da kızardı” dedi, en küçükleri. Eylülse kendi savunmasını sözleriyle değil kolundaki ısırık izine annesinin odağını çekmek çabasıyla yapıyordu. Gözlerinden “Anne sence de her şey ortada değil mi?” der gibi olduğu anlaşılıyordu. “Bıktım artık! Ne pisliğiniz biter ne sesiniz kesilir” dedi, hiddetle.

Çocukların ağlamalarını kesmese de olabildiğince dindirebilmişti bu yakarışı. Adam yatağında doğruldu. Çekmecesinden tütününü çıkardı, bir sigara sarmaya koyuldu. Annesi içmesini hiç istemezdi. “Oğlum, sen de baban gibi kanlı kanlı öksürmek mi istiyorsun?” derdi, o şefkatli ve gelecekten korkan ifadesiyle. Fakat bir türlü engel olamamıştı oğluna. Buna alışkındı. Bir şeyleri engelleyebilecek ya da bir şeylere karşı koyabilecek güçte biri değildi. Yalnızca yakarmakla yetinebilirdi, tabii bir yere kadar. Henüz otuzlu yaşlarında hızla beyazlaşmaya başlayan saçlarına bir bir gizleniyordu bu yakarışlar. Sahi şimdi yaşasa kaç yaşında olurdu, diye düşündü Adam. Onun her daim şefkatle bakan gözlerini bir türlü zihninden uzaklaştıramıyordu. Canını yakıyordu bu bir çift göz. Tütünü kâğıda çoktan sarmış olduğunu ve kâğıdı bir oraya bir buraya çevirdiğini fark etti. Siktir, dedi. Kırdı attı bir kenara. Kalktı yataktan, ayakkabılarını giydi. Çorap giymemiş olduğunu fark etti. Giyse iyi olurdu, kaba ayakkabının uçlarının vurmasını biraz olsun engelleyebilirdi belki. Umursamazca dudaklarını oynatıp omzunu silkti. Açtı kapıyı, holden geçti, dış kapıya ulaştı. Üzerinde hissettiği gözlere doğru döndü. Eylül oradaydı, ürkek bir ceylan gibi gözlüyordu Adam’ı. Kapıdan çıktı ve çarşıya doğru koyuldu. Arabalar vızır vızır geçmekte, sisli hava insanların kıyafetlerine kasvet dağıtmaktaydı. Karşı kaldırımda genç bir hanımın yanından bir külüstürün geçişiyle öksürdüğünü gördü. Oldu olası egzoz dumanının kokusunu severdi. Gülümsemek geldi içinden. Kadın, yumruk yaptığı elini ağzından çekip karşısındaki kaldırıma bir anlık baktı. Göz göze geldiler. Kadın yarı tiksinti yarı korku barındıran bir ifadeyle soluna döndü ve yürümeye devam etti. Adam da aksi yöne yürüdü. Çarşının tam ters istikametiydi burası ama ne önemi vardı ki. Kadına, onu takip ediyormuş gibi bir izlenim vermek istememişti. Onu ürkütürse adımlarının hızlanacağından, ya da esnaflardan birine şikâyet edeceğinden korktu. Neden olmasındı. Bu tarz şeyler bu memlekette çok olurdu. Bunu görmek isteyen kişinin herhangi bir gazetenin üçüncü sayfasına bakması yeterli olurdu. Düzinelerce kadın cinayeti, “namus” içeren başlıklar, intiharlar ve daha nicesi... Bir kimse neden intihar ederdi sahi? Yaşamak, nefes almak bile bu hayattaki büyük zevklerden değil miydi? Gülmek, arkadaşlarla bir parkta oturup filan filmin yahut filan kitabın üzerine hararetle sohbet etmek, ya da ne bileyim gittikleri doğum kontrolünde bir kız çocuğunun olacağını öğrenmek yaşamayı güzel ve hatta gerekli kılan şeylerden değil miydi? Hatta bunları da geçelim en basitinden sulu ve tatlı bir elmanın lezzetine varmak çok büyük bir zevk değil miydi? İnsan sırf bir elma için olsun yaşayamaz mıydı? Sanmıyorum, dedi birden. Sık sık çelişirdi zaten kendisiyle. Yaşamak için daha büyük nedenlere ihtiyaç olduğunu hissetti. Tutunacak daha sağlam şeyler... Az evvelki düşüncelerin geçmişteki Adam’ın düşünceleri olduğunu hatırlayarak iç çekti. Sonra, aslında bir çocuğunun olacağını öğrenmek veya bir çocuğa sahip olmak yeterdi, diye düşündü kendince. Acaba intihar edenlerin çocuğu yok muydu? Olduğundan neredeyse emindi. Adımlarının kendisini nereye götürdüğünden habersiz yürüyordu. İlerde, sağ çaprazında Kaptan Sineması’nı gördü. Mavi- beyaz ışıklarıyla oldukça dikkat çekiciydi.

Birden hatırına ilk randevusu geldi. Yaklaşık on sene önceydi. On dokuz yaşında bir delikanlıydı, ilk randevu için geç bir yaştı belki de ama oldu olası bir şeylere geç kalmıştı zaten. O gün çok heyecanlı olduğundan olsa gerek gittikleri filmin ismini hatırlayamadığını telakki etti. Hem odaklanamamıştı da zaten filme. Düşündüğü tek bir şey vardı; acaba onun elini tutabilecek miydi? Günün sonunda tutmuştu. İlk randevuya göre oldukça iyi bir sonuçtu ama sonrasını düşünecek olursak pek de anlam ifade etmiyordu Adam için. Birkaç randevu sonrası muhabbet edemediklerini ve birbirlerine karşı pek de anlayışlı olamadıklarını fark edip kesmişlerdi ilişkilerini. Adam bunları hatırlayınca yine dudağında alışılagelmiş ifadesi belirdi, omzunu silkti.

Birden bir bira içme isteği duydu. Hava hafif esintiliydi ama genzini yakan bir şey varmış gibi hissetti, söküp atmaya bir türlü muktedir olamadığı bir şey. Soğuk bir bira iyi gelebilirdi. İki sokak ötede, arada bir birahane vardı, yola koyuldu. Gidene kadar hiçbir şey düşünmedi. Hiçbir şey düşünmemek zordur. Hele ki dünyanın birçok derdini yüklenmiş olan biz insanlar için. En eylemsiz gibi görünen anlarımızda bile kafamızın içerisinde dolaşan tonla düşünce kendine bir oda bulmak için çabalar. Hatta uykumuzda dahi kendine bir yön bulmaya çalışan milyonlarca görüntü ve düşünce değişik formlarda bize bir kompozisyon sunar. Kimi zaman ayrılmak istemeyeceğimiz derecede güzel kimi zamansa bir an önce kurtulmak için kendimizi oradan buradan atabileceğimiz rüyalar olarak çıkar karşımıza. Zihin her daim bir düşünceyle meşguldür. Fakat adamın zihni şu an tam anlamıyla bomboştu. Bir ölüden tek farkı yürüyor ve nefes alıyor oluşuydu. Görmesine görmek denilemezdi bile. Görmek için insanın bir çift gözden fazlasına sahip olması gerekirdi. Birahaneye girdi. Bir bira, dedi kısık sesle. Bir bakış attı içeriye ve köşedeki masanın boş ve ziyadan uzak olması onda bir güven oluşturdu. Oturdu, büyük bir yudum aldı. Ardından onu takip eden büyükçe bir yudum daha. Anlık bir rahatlık hissetti cılız bedeninde. Bir anlığına ruhu sanki bir adım öne çıkıp geri olması gereken yere dönmüştü. Hafif bir gülümseme oturdu çehresine. Bu gülümsemeyle birlikte burnu daha bir güzel görünüyordu tüm o pasaklı kıyafetlerine rağmen. Yürürken ayakkabısının ayak uçlarına vurmasından biraz rahatsız olmuş olsa da şu an bu rahatsızlıktan eser yok gibiydi. Üçüncü biradan sonra ise hiçbir şey hissedecek gücü kendisinde bulamayacak kadar kaybetmiş olacaktı bedeninin üzerindeki hakimiyetini.

Havanın kararmaya başladığını fark etti Adam. Masaya ücreti bırakıp dışarıya çıktı. Şehir karanlıktaki yerini iyiden iyiye almaya yüz tutmuş olmasına rağmen öğlenki halinden daha aydınlıktı sanki. Renkler daha doygun, insanlar daha suratlıymış gibi geliyordu. Uyuşuk bir zihin için her türlü görüntüyü görmek mümkündü, öyle ki suratsız binlerce insanı dahi yüzüne bakılır bir hale sokabilirdi. Yarı aksak arşınlamaya başladı yolu. Evi buraya çok yakın olmasına rağmen bir türlü gitmesi gereken yolu kestiremiyordu. Gitmek de istemiyordu açıkçası. Bu sokaklardaki herhangi bir kaldırım da karyolasının rahatlığını ona pek tabii sunabilirdi. Bu kafayla fazlasını sunması da olasıydı. Bir sokak çalgıcısının sesini duydu karşı kaldırımda. Elinde gitar, tiz sesiyle tanıdık bir melodi mırıldanıyordu. Dikkat kesildi, aralarından geçen onlarca belki yüzlerce arabanın ötesinden. Bir kızdı bu. Yüzünü bir türlü seçemiyordu. Olabildiğince bulanıktı. Dudaklarının rengi, gözlerinin çukuru, ağzı, burnu sanki iç içe geçmiş gibiydi. Önemi yoktu zaten neye benzediğinin. Öylesine içli söylüyordu ki şarkıyı sanki tellere her vuruşunda kendi saçlarını okşuyormuş gibi hissediyor, rahatlıyor ve mayışıyordu. Sağından solundan geçenlere aldırmadan bağdaş kurdu. Karşı kaldırıma geçmek aklının ucundan dahi geçmemişti. Sanki bir adım daha atsa o anın tüm büyüsü bozulacaktı. Arabaların kırmızı ve beyaz farları bir şerit halinde ilerliyordu gözlerinin önünden. Gözlerini kızdan ayıramasa da sokak lambalarının sarı ışıkları gözüne çarpıyor ve gözlerini dinlendiriyordu. Uzun zamandır bu kadar huzurlu hissetmemişti. Gözleri ağırlaştı ve yavaşça kapandı. Yalnızca sesi duyabiliyordu artık. Teller hala saçının okşandığı hissiyatını veriyordu ama bir farkla. Sanki annesinin elleriydi başının üstündekiler. Emindi bundan. Hatta annesinin yüzüğünün ve bileziklerinin birkaç saniyede bir kulağını okşadığına yemin edebilirdi. “Ne gelirdi ki elimden anneciğim?” dedi. Bu sefer acı bir gülümsemeyle söyledi ama. Ses zihninde iyice azaldı ve birden kesildi. Kaldırımda uyuyakalmış bir Adam’dan fazlası değildi artık. Titriyordu. İş yerinden evine aceleyle dönen bir yığın adam sıcak yemekler ve çocuklarının kapıda kendilerini karşılaması hayallerini kuruyorlar ve ona çarpmamak için özen gösteriyorlardı. Kadınlarsa belli belirsiz bir mesafe bırakıyorlardı Adam ile aralarına. Annelerinin elini tutan çocuklardan masum olanları korkuyla, muzip olanlarıysa meraklı gözlerle bakarak geçiyorlardı Adam’ın yanından.

Tüm kalabalık zamanla azaldı. Ve gün kendini karanlığa teslim etti. Bir araba dahi geçmiyordu artık. Olabildiğince sessiz ve kimsesizdi cadde, tıpkı Adam gibi. Soğuktan titreyen sarı bir kedi tanıdık bir yüze rastlamışçasına Adam’a koştu. Biraz yalandı, biraz da üstünü başını sürttü. Adam’dan herhangi bir hareket yoktu. Titremesi kesilmişti. Kedi adamın paltosundan bir aralık buldu ve paltodan içeriye girdi. Kıvrıldı, patilerini birkaç kez Adam’ın gömleğine sürttü ve uykuya daldı. Üzerinde yattığı kaldırım, bu ıssız cadde, doğup ömrünün büyük kısmını geçirdiği bu mahalle de onlara uyarak derin bir uykuya daldı.

 

SAİD HİLMİ BOZOĞLU

SATIR DERGİSİ

EKİM 2022