SAAT 04.17

Telefonun ışığı, odanın koyu karanlığına ince bir çizgi çekip hemen kayboluyordu: İlksen, İlksen, İlksen... Saate baktı: 04.17. İlaçlar beynine bir sis perdesi indirdiğinden beri zaman, yer, hatta kim olduğu flu bir fotoğraf gibi asılmış, öylece duruyordu. Ve o saat hâlâ çalışmıyordu.

Kimdi İlksen? Tanıdık biriydi elbette ama ete kemiğe büründürmedi hafızası. Kendini zorladı, zihninin dehlizlerindeki hiç kimseyle bir türlü bağ kuramadı. Ekrana tekrar baktı: İlksen, İlksen, İlksen... Aydınlığa küçük bir kapı aralandı. Sınıfın arka sıralarda oturan, saçları kuzguni siyah bir kız çocuğu. Elleri ya kucağında ya da sırasının altında, gözlerinde donuk bakışlar, yüzüne düşen saçlarının altındaki morluklar. İlksen!

"İlksen, ne oldu sana?"

"..............................."

Tüm öğretmenler gibi İdil de bilirdi: Çocuklar bazen sadece susardı, hem de çığlık çığlığa susardı.

İdil yatağın karşısındaki koltuğa o çok sevdiği yokluğa seslendi:

"Akın, telefon çalıyor. Bak, yine İlksen arıyor.’’

Telefonun ekranında yanıp sönen isim ısrarcıydı. Kaskatı kesilmiş gövdesini yatağın içinde yukarı doğru kaydırdı. Komodinin üzerindeki telefona elini yavaşça uzattı, açtı.

"Alo?"

Hattın öbür ucunda, kopmuş bir ipin ucunda sallanır gibi belli belirsiz bir ses duyuldu. Korku dolu, zayıf ve cılız , kelimeler düzensiz ve anlaşılmaz bir şekilde ağzından dökülüyordu:

"Öğretmenim… Bana yardım edin… Lütfen… Babam… Babam… "

Bir kadın çığlığı, bir erkeğin boğuk bağırışları, arbede… Ardından yine o sessizlik... Telefonun ekranı karardı. İdil’in odası, o an, olduğundan daha ağır bir çaresizlikle doldu. 

Yatağından doğrulmaya çalıştı. Yürütece uzandı. Ellerini metal çerçeveye bastırıp güç aldı. Her adımında bacaklarından yükselen keskin sızıya alışmıştı artık. Acı, hâlâ yaşadığını hatırlattı.

 "Doktor sana ne dedi İdil?"

İdil sesin geldiği boşluğa baktı. Odanın karanlığına alışamayan gözleri, Akın’ın koltuktaki yokluğunu belli belirsiz seçebildi. Bir beden oylumunda bıraktığı kocaman yokluğuyla oradaydı. Ve İdil'in ilaçlara teslim olduğu en kötü anlarında dahi ona okumaktan vazgeçmediği kitabı da... “Dostlukların Son Günü.” Hangi öyküde son bulmuştu onların mutluluğu? Hangi öyküde koparılmıştı İlksen hayattan?

‘‘Yine ayraç koymamışsın Akın, zaten sen kitapları hep yarım bırakırsın.’’

Akın’ın sesi sertleşti:

“Konuyu değiştirme İdil.’’ 

İdil oralı olmadı, biliyordu konuyu değiştiren Akın’dı. Yürüdü, bir adım, bir adım daha... Bacaklarının yerine koştuğu yürütecin soğuk metal tutamaçlarını sıkı sıkı kavrayarak koltuğun kenarına kadar geldi. Kitabı eline aldı. Ama sayfalarını açmadı. Kapakta ellerini gezdirdi. 

‘‘Doktor sana dur, dedi İdil, dur!’’

‘‘Aralık 1975’’ Kitabın ilk baskısıydı, sahafta buldukları gün, çocuk gibi sevinişi, Akın’ın boynuna sarılışı dün gibiydi.

 “Tamam Akın! Durdum zaten.” dedi. “Göçüğün altında seni bırakıp döndüğüm gün durdum. İlksen’i ölüme terk ettiğim gün durdum.”

Saate baktı, hâlâ 04.17.

Öylece durdu odanın ortasında İdil. Oda sessizdi. Sessiz ve ağır. Havası, okuyamadığı kitapların sayfaları gibi ağırdı; hiç kıpırdamayan, solgun bir geçmişin kokusunu taşıyordu. Pencereye baktı. Perde, az önce biri hafifçe aralamış gibi yana kaymıştı. İçeri sızan sokak lambasının cılız ışığı halının solmuş desenlerine düşüyor, odanın içine ulaşamadan kayboluyordu.

‘‘Ne arıyorsun İdil?’’

Akın’a aldırmadan ağır ağır arkasına döndü. ‘‘Anıt duvarı’’na çerçevelenip asılmış fotoğraflarına baktı. Öğrencileriyle çektirdiği eski kareler, Akın’la gittiği şehirler... Acaba burada fotoğrafları asılı çocukların arasında İlksen de var mıydı? Yürütecini itti, birkaç adım yaklaştı, acısı keskinleşince durdu. Fotoğrafların camları kalın bir toz tabakasıyla kaplanmıştı. Gözlerini kıstı, yüzleri seçmeye çalıştı, o masum gülümsemeleri görmek istedi, olmadı, bir sisin ardında gibi çocuklarının suretleri belli belirsizdi.

‘‘Kırk bastı oldunuz, yakını göremeyenler diyarına hoş geldiniz İdil Öğretmenim’’ dedi Akın. ‘‘Bunu duyunca ne gülmüştün doktora, katıla katıla...’ diye de devam etti.

İdil başını çevirip Akın’nın yokluğuna konuştu:

‘‘Artık uzakları da göremiyorum Akın ve bu sefer hiç gülünesi değil.’’

Bir anda susuzluğunu fark etti İdil, boğazının kuruluğunu... Komodinin üzerinde, kapağı açık birkaç ilaç kutusu, yarım bardak su ve buruşturulmuş bir kâğıt vardı. Suyun yüzeyi donuk ve hareketsizdi. Toz tabakası, bardağın kenarına ince bir iz bırakmıştı. Bardağı oraya ne zaman koyduğunu hatırlayamadı. Dün müydü? Daha önceki gün mü? Belli ki uzun zamandır oradaydı. Almadı içi, susuzluğa razı oldu. Komodinin yanı başında kitaplara kaydı gözleri, rafta üst üste yığılmıştı. En üsttekine bir ayraç konmuştu. Akın’ın son seyahatlerinden birinde aldığı bir kitaptı bu. Prag mıydı? Berlin mi? “Bunu birlikte okuyacağız.” demişti Akın. ‘‘Dilini geliştirmen lazım.’’ Ama Akın’ın getirdiği kitaplar, hep yarım kalırdı. Sayfaların arasındaki ayracı tutup çekti, artık nerede kaldıklarının bir önemi yoktu. Odasındaki turuna devam etti.

Pencerenin önündeki saksıya ilişti gözü. Kırmızı yapraklı bir Atatürk çiçeği... Yani eskiden öyleydi. Hangi öğretmenler günüydü? Hangi öğrencisi getirmişti? Sınıfın en arkasında oturan sessiz tatlı kız mı, yoksa teneffüslerde yanından ayrılmayan haylaz mı? O gün, çiçeği masasının üzerine koyduğunda yaprakları ne kadar da parlaktı. Şimdi toprağı çatlamış, kökleri kaskatı kesilmişti. İdil’in bacakları gibi... Yaprakları, sararmış ve kâğıt gibi buruşmuştu. En son ne zaman suladığını düşündü. En son ne zaman ellerini toprağına değdirdiğini. O an hatırladı. Kulağına bir ağıt çalındı. ‘‘İlksen, İlksen, İlksen....’’ Ses önce uzaktaydı, sonra yaklaştı. ‘‘Çocuğu hep dövermiş.” dedi biri. “Kimse fark etmedi mi ki?” İdil fark etmişti. “Annesinin otopsisi bitmemiş.” dedi diğeri. “Çocuklar yalnız gömülmemeli.” Herkes ağladı, İdil ağlamadı, sustu. İlksen’in toprağı kuruydu.

Bacaklarına saplanan bıçaklara aldırış etmedi, acıya direndi, adımlarını sıklaştırdı. Ellerini cama yasladı. Camın ardındakilerden uzun zamandır bihaberdi. Ama bilirdi, bu şehre hep çok yağmur yağardı, birileri o yağmurun altında hep çok ıslanırdı. Bu şehrin ayazı birilerini iliklerine kadar üşütürdü. Ve kimileri ne ıslananları ne üşüyenleri bilirdi.  Ürperdi İdil, şehrin ayazını ve İlksen ‘in acısını iliklerine kadar hissetti.

Yüzünü cama yaslandı. Cam soğuktu. Bu söz dinlemez bedene, bu odaya hapsoluşunu düşündü. Dizlerinden başlayan sızıyı, göğsüne doğru ağır ağır tırmanan o korkunç acıyı... Beyninin bedenine gönderdiği yanlış komutlar yüzünden kemiklerini kıracak kadar katılaşan kaslarını... Şimdi yaşadığını hissettiren tek şey olan bu lanet hastalıkla ilk ne zaman tanıştığını, düşündü. ‘‘Sahi Akın, doktor ne zaman koymuştu teşhisi? İlksen ellerimden uçup gitmeden önce mi, sonra mı?’’

Eski müdürünün sesi odayı doldurdu.

“Bu işler,” demişti müdür. “Bizim boyumuzu aşar Hoca Hanım. Yapacak bir şey yok, ne yapalım?”

Bir şey yapmadı, yapmadıkları ne varsa boylarını aştı. İdil haykırdı, bağırdı. Sesini duymak isteyen olmadı. Herkes üç maymunu oynadı. Birileri için mesele kapandı. İlksen, bir insan ziyanı sayıldı. 8. sınıftan mezun edilip şehrin ayazına uğurlandı. Ama İdil o küçük kızı kalbinden hiç uğurlayamadı. 

Sokağa baktı, yine yağmur yağıyordu, birileri ıslanıyordu. Ve İdil bu camın ardında her gün daha da sıkışıyor, kırılmaya bir adım daha yaklaşıyordu. Sokak lambasının cılız ışığıyla aydınlanan kimsesiz sokağa baktı. Ama hiçbir şey göremedi. Islak taşlardan ve o taşların üstünde kaybolup giden ayak izlerinden başka bir şey yoktu. İdil sadece yakını değil, artık uzakları da göremiyordu.

“Çocukların çığlıkları sessizliğimizde boğuluyor." dedi. "Biz de çürüyoruz Akın.”

Akın ses vermedi. Artık bu odada sadece sessizlik vardı. Çocukların çığlıklarının sessizliği, göçük altında kalanların sessizliği... Sessizlik, çürüyen bu şehrin yankısı gibi odaya doldu. Telefonun ışığı, odanın koyu karanlığına ince bir çizgi çekip kayboldu: İlksen, İlksen, İlksen... Saat 04.17’ydi. İdil saate bakmadı