RONA ASLAN İLE DALGIN ÜZERİNE SÖYLEŞTİK
‘‘Evrensel olana giden yol kişisel olandan geçer. Her insan ötekiye giderken kendine uğramak zorunda kalır. Ve insan anlam üreten bir varlıktır. Bu bağlamda öznenin geçtiği eşiklerden geçmeyen ses, evrensel bir duyarlılığa ulaşamaz.’’
Buket Adanç sordu.
Doğanın imgeleri, dededen kalan sözler, felsefenin ve mitlerin yankısı… Şairin dizelerinde bunların hepsi bir araya geliyor. Onun için “dağ”, “göl” ya da “kuyu” yalnızca bir manzara değil; yuvaya ve ilksel olana dönüşün simgesi. Beklemek, kaybetmek ve özlemek gibi duygular ise bireysel kırılganlığın evrensel bir sorgulamaya açıldığı kapılar haline geliyor.
Bu söyleşi, hem şairin şiirle kurduğu kişisel bağa hem de onun kelimelere yüklediği düşünsel ve duygusal ağırlığa ışık tutuyor. Okur, bu satırlarda dili sadeleştirerek derinleştiren, fazlalıkları atarak anlamın özüne ulaşan bir şairin dünyasına adım atacak.
Şiirlerinizde sık sık “dağ”, “göl”, “kuyu” gibi doğal imgeler var. Doğa, sizin için neyin metaforu?
Yuvaya, ilksel olana dönüşün çağrısı gibi yankılanıyor doğa, dizelerimde. Şiir, insanın yeryüzündeki ilk kelimeleri benim için.
Şiirlerinizde dededen aktarılan sözler dikkat çekiyor. Aile hafızası sizin şiir dünyanızda nasıl bir yer tutuyor?
Dede, kolektif hafızanın sesi. Bu anlamda o ses, bazen yukarıdan bazen aşağıdan geliyor, bazense nereden geldiği belli olmayan bir yankıya dönüşüyor.
Yazılarınızda ölüm, yalnızlık ve bekleyiş temaları da öne çıkıyor. Bunlar sizin kişisel deneyiminizden mi besleniyor, yoksa evrensel bir sorgulama mı?
Evrensel olana giden yol kişisel olandan geçer. Her insan öteki’ye giderken kendine uğramak zorunda kalır. Ve insan anlam üreten bir varlıktır. Bu bağlamda öznenin geçtiği eşiklerden geçmeyen ses, evrensel bir duyarlılığa ulaşamaz.
“Rüya” şiirinizde Platon, “Köz” şiirinizde Andre Gide, “Kabuk”ta Baudelaire… Felsefe ve edebiyatla kurduğunuz ilişki şiirlerinizi nasıl şekillendiriyor?
Düşünsel zemini olmayan eserin, kalıcı bir anlam üretebileceğine inanmıyorum. Varoluşa dair soru sormayan bir eser, zamanın devinimine yenik düşer. Düşünmek, kaçınılmaz olarak soru sormayı beraberinde getirir. Sorunun olmadığı yerde ne zihinsel bir açıklık ne de ruhsal bir dönüşüm mümkündür.
Şiir sizin için bir iyileşme, yüzleşme mi yoksa bir tanıklık, kayıt tutma biçimi mi?
Her şeyin adlandırılarak sınırlandığı bir evrende, şiir açıklamayı değil işaret etmeyi yeğler. Çünkü şiir, dili kullanarak dili aşmaya imkan tanır. Bu bağlamda şiir benim için hem bir katarsis mekanı hem de varoluşun özüne yaklaştığım bir eşiktir.
Şiirlerinizde sürekli bir “yuva arayışı” var. Sizce insanın yuvası neresi? Bir yer mi, bir kişi mi, yoksa bir içsel hâl mi?
İnsanın yuvası, koşulsuz sevildiği yerdir.
Şiir yazarken dilinizi bu kadar duru ama aynı zamanda derin kılan şey nedir? Üzerinde çok mu çalışırsınız, yoksa kendiliğinden mi akar?
Fazlalıklar atıldığında geriye anlam kalır. Taş yontuldukça heykel, ses derinleştikçe söz olur.
Beklemek, özlemek, kaybetmek… Bu duyguların şiirsel gücü sizce nereden geliyor?
İçimize seslenen, içimizi açan tüm pencerelersevgiyle kurulmuş bağların gücünden beslenir.
Şiirlerinizde hem bireysel kırılganlık hem kolektif bir hafıza (din, felsefe, aile, mitoloji) iç içe geçmiş. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Kişisel kırılganlığım ile kolektif hafıza arasında bir ayrım yapmıyorum, çünkü acılarım da sorularım da zaten dinin, mitlerin, felsefenin ve aileden gelen seslerin içinden geçerek anlam buluyor. Yazarken kendime ait olanı dile getirirken, aslında binlerce yılın yankısını da taşıyorum.
Son olarak, şiirlerinizi okuyan birinin, şiirden elinde kalmasını istediğiniz tek şey nedir?
Geriye, yankılanmaya devam eden bir ses kalsın isterim.
Nezaketiniz için teşekkür ederim. Bu zihin açan söyleşiyi kelimelerin kadim değerine atıfta bulunan Azize Teresa’nın sözleriyle bitirmek isterim:
Kelimeler eylemlere yol açar. Ruhu hazırlar, kıvama getirir ve şefkate yönlendirir.