Parmaksız Salih

 “Kalk ayağa.”

Ne yapacağımı şaşırmış bir şekilde baktım. Karşımda kan çanağı gözler, terden yapış yapış olmuş saçlar, sinirden kabarmış damarlar gördüm.

“Kime diyorum! Kalksana lan ayağa.”

Bacaklarım istemsiz bir şekilde doğrulmaya başladı. Başım önde, adamın yüzüne bakamıyorum. Nabzım şakaklarımda atıyor, alnıma terler birikiyor, büyük bir selin koltukaltlarımdan aktığını hissediyordum. Yüzüme yediğim tokat yanağımı kızartmakla kalmıyor, korkuma korku ekliyordu.

“ Nerde lan Necdet?”

“Hangi Necdet?”

“Gazeteci  Necdet lan, hangi Necdet olacak!”

“Bi-bi-bilmiyorum.”

“Demek bilmiyorsun.”

Diğer taraftan yediğim tokat yüzümü çoktan kırmızıya boyamış, beni de güzel bir uykuya yollamıştı.

 

***

Her zamanki durakta bekliyordum, tatlıcının önündeki. Dikkatli bakınca çok kirli bir dükkan olduğunu fark ediyorum, o tepsideki tatlılar kaç günlüktür kim bilir? Bir de son birkaç gündür gözüme ilişen döner tezgahı var. Tatlıdan önce millet bir iki bir şey yer diye düşünmüş herhalde dükkân sahibi, ekmek hangisinden gelirse artık diye. "Bana iş var mı?" diyorum. "15 sene lokantada çalıştım ben, bana da ek gelir olur." "Önce bana gelir olsun da hocam, sen eki boşver." diyor tezgahtaki usta. Ekmek aslanın ağzında tabii, her şey ateş pahası. Birden bacağımın titrediğini hissediyorum.

“Efendim Necdet?”

“Salih neredesin?”

“Duraktayım, servisi bekliyorum.”

“Okula mı?”

“Yok, kerhaneye. Bahçekapı’da yeni bir tane açılmış, müşterileri arabayla alıyorlar.”

“Ciddi misin?”

“Saçmalama Necdet Allah aşkına, okula gideceğim tabii,  nereye gidebilirim ki başka?”

“İyi bari, okul çıkışı Sarı’nın mekana gel, konuşacaklarım var seninle.”

“Hayrola?”

“Hayır, hayır, büyük hayır. Sen akşam gel de.”

“Tamam, gelirim.”

 

Okul dönüşü, kliması olmayan, pencereleri doğru dürüst açılmayan servisten inerken yüzüme çarpan serin hava hoşuma gidiyor. Petrol istasyonunun önünde oturan birkaç genç ters ters bakıyor bana. Pek Arapça bilmediğimden anlayacakları dilden konuşuyorum.

“Selamün aleyküm.”

“Ve aleyküm selaaaamm.”

Fazla dikkat çekmemek amacıyla sağ elimi sol göğsüme götürüp, küçük bir kafa hareketiyle geçiyorum yanlarından. Cibali Sokağı’na sapıyorum. Birkaç metre yürüdükten sonra köşebaşında rengarenk ışıklar saçan Sarı’nın mekânı görünüyor.

“Nerden çattık bu Necdet’e? Kim bilir yine ne isteyecek? “Hayır, hayır, büyük hayır” derken sesindeki dolarları, avroları hissetmiştim zaten. Onunla tanışacağımı bilseydim gelmezdim o gün bu mekâna.”

***

Kütüphaneden çıkmış eve gidiyordum. Üç yıl olmuştu fakülteyi bitireli ama hâlâ atanamamıştım. Herkes atıp tutuyordu arkamdan, milletin ağzına sakız olmuştum.

“32 yaşındaymış diyolar, hâlâ sınava hazırlanıyomuş.”

“Yok be kız, 32 değil 35.”

“Yok ebesinin…”

“Sınav zormuş zor, ondan. Yoksa yapardı çocuk.”

“Çocuk deme şuna, eşek kadar adam. Hem geçen sınav kolaydı, ben de girdiydim.”

“Hadi ya, memur oldun da bizim mi haberimiz yok?”

“Kaydırma yapmışım meğer, yoksa, kim bilir şimdi nerelerdeydim?”

“Onu bunu geçin de yeni atama geliyormuş.”

“Yok be yalan haber, her gün aynı şeyler.”

“Bu yeni gelen bakan epey sınıf öğretmeni alacakmış, öyle duydum ben.”

“Deme kız, tüh!”

“Vallaha, senin hangi bölümdü Hacer Abla?”

“Edebiyat.”

“Sen zor atanırsın be abla. Yazar olsana sen.”

“Öyle de beş parasız kalırım kızım. Ha öyle fakirlik ha böyle.”

Bütün bu safsatalara kulaklarımı tıkamış, Sarı’nın mekâna girmiştim.

“Merhaba, bir bira alabilir miyim?”

Önüme konan biranın bardağa yansıyan buğusuyla oynadım bir süre, buzların bira üzerinde yüzüşünü izledim.

“Oturabilir miyim?”

“Tabii.”

“Necdet ben.”

“Salih.”

“Ne iş yaparsın Salih?”

“Öğretmen olamayan bir öğrenciyim.”

“Nasıl yani?”

“Burada atanamayan öğretmenlere öğretmen gözüyle bakmıyorlar, sınava hazırlanıyorum. Doğru dürüst alım da yok ama uğraşıyoruz işte, belki bir gün olur diye.”

“Sıkma canını, atanırsın bir gün.” El hareketiyle barmene biralarımızı tazelemesini söylüyor. “Bugünlük bendensin.”

"Eyvallah abi, eksik olma."

 

Gel zaman git zaman ahbap olmuştuk Necdet'le. O bana içini dökmüştü yıllarca, ben ona. Bir gün ummadık bir anda:

"Senin atanacağın yok. Belli ki paraya da ihtiyacın var. Para kazanmak ister misin?”

"Ben anlamam abi gazete mazete işlerinden."

“Dur oğlum dinle bi, sen edebiyatla haşır neşir değil miydin?

"Öyleyim abi."

"Tamaaam, arada da karalamıyo muydun bir şeyler?"

"Doğrudur."

"Hah, işte. Sana göre bi iş buldum ben.

"Nasıl bir işmiş bu?"

“Herhangi bir haberi cümlelerinle süsleyeceksin, atıp tutacaksın.”

“Nasıl yani?”

“Haberin üzerine öykü yazacaksın, kurgu yapacaksın, haber daha çok okunsun diye sen ne istersen onu yazacaksın.”

“Ben bunu yapamam.”

“Korkma, bir şey olmayacak. Hem kimse cümlelerin sana ait olduğunu anlamayacak. Sen sahnenin arkasında olacaksın.”

“Yapabilir miyim ki? Seni mahcup etmiyim abi sonra?"

"Yaparsın, yaparsın. Hem de kralını yaparsın."

"Peki, tamam."

“Anlaştık.”

***

Mekânın parlak ışıkları, şık şıkırdım kızları, bıyıklı ve göbekli dayıları her yerdeydi. Vurdumduymazlık, boşvermişlik ve ümitsizlik buradan dünyaya yayılıyor gibiydi. Birden Necdet’in bana el ettiğini gördüm. Masasına çağırıyordu beni.

“Hayırdır Necdet. Ne var yine?”

“Sakin ol oğlum, gel otur hele, soluklan, bir şeyler iç.”

“Bak Necdet, bu işleri bıraktığımı söylemiştim. Bırak artık yakamı.”

“Büyük para var bu işte.”

“Senin olsun hepsi, ben istemiyorum. Ben artık öğretmenim Necdet. Eski Salih yok artık. Bakmam gereken bir annem, hayatı öğreteceğim öğrencilerim var.”

“Laf ebeliğini bırak da beni dinle. Zengin bir kasap var, Hamdi, bildin mi? Sadece merkezde beş tane şubesi var.”

“Ee,  ne olmuş Hamdi’ye?”

“Meğer o koca koca tırlarla gönderdiği etlerin içine uyuşturucu saklıyormuş. Elimde kanıtlar var. Sen sadece afili bir hikâye yazacaksın, bitti gitti.

“Hayır Necdet, ben yokum. Hamdi bizi yakalarsa çengele asar, diri diri keser bizi.”

“Yakalayamaz oğlum, sakin ol. Hem şimdiye kadar seni ele verdim mi? 30 bin veririm.”

“Ya 50 bin verirsin ya da kendin bir hikâye uydurursun.”

“Tamam tamam, 50 bin.”

“Sen bana fotoğrafları at, hikâye birkaç güne elinde olur. Hadi Allah’a ısmarladık.”

 

Haber yayımlandıktan sonra Hamdi kaçacak yer aramış, Necdet dedi. Kuyruğunu kıstıran it gibi oradan oraya dolaşıyormuş. Hak etmişti şerefsiz, milleti zehirlemek neymiş görsün. Doğru bir şey yapmış olmanın gururu ve cüzdanımdaki 50 binin sıcaklığıyla ATM’nin yolunu tuttum. Bir iki kilo et alıp annemle keyif yapacaktık. Ekranda beliren “para çek” butonuna basmıştım ki arkadan gelen bir ses duydum.

“Öğretmenler ne zamandan beri 50 bin alıyor?”

Arkamı dönüp dönemediğimi bile hatırlamıyorum.

***

Uyandığımda tepemde dikilen Hamdi’nin adamıydı.

“Günaydın güzellik, çok güzel uyuyordun, uyandırmaya kıyamadık.”

Uyandığımı hemen haber vermiş olacaklar ki Hamdi girdi içeri.

“Bana bak evlat. Fazla uğraştırma beni. Nerde bu Necdet?”

“Yemin ederim bilmiyorum abi.”

“Geçen ikinizi Sarı’nın mekânda görmüşler. Buna ne diyecen?”

“İstemiyorum.” dedim. “Hamdi Abi öğrenirse bizi keser, öldürür.” dedim.

"İnanayım mı?”

"Yemin ederim abi, ekmek Mushaf çarpsın ki."

“Tamam lan, zırlama. Nerde bu üçüncü hamur şerefsiz?"

"Vallahi bilmiyorum abi. Birkaç gün önce aradı. Yurtdışına kaçmış. Neresi olduğunu söylemedi. Birkaç kere daha aradım, ulaşılamıyor."

"Anladım. En azından sen elimizdesin. Hangi elinle yazdın benim hikâyemi?”

“…”

“Söyle laaan.”

“So-ol, sol elimle yazdım abi.”

Cevabım ikna edemedi Hamdi’nin adamını. Einstein’lığı tutmuştu şerefsizin.

“Hamdi Abi, bu yazarlarda şeytan tüyü var abi. Bir dedikleri diğerlerini tutmaz. Sağı kesmeyelim diye sol demiş olabilir, sağı keselim bence.”

“Afferin lan, doğru dedin. Her ikisini de kesin. Al şunu da, daha bu sabah biledim. Bir de, ellerini değil parmaklarını kesin. Her kalemine baktıkça beni hatırlasın!"

Gözyaşlarım ellerimden akan kırmızı -  siyah sıvıya karışmıştı.

Artık öğrencilerim öğretmensizdi; ben, Parmaksız.

 

 

AZİZ ERDOĞAN

SATIR DERGİSİ

EKİM 2022