Tek bacağının üzerindesin. Kollarını iki yana açarak dengeni sağlamaya çalışıyorsun. Rüzgâr, parmaklarının arasından geçiyor. Ürperiyorsun. Az evvel çiziktirdin bu seksek kutucuklarını; rengi hafif kırmızıya çalan bir taşla. Çizgileri çatı pervazına yakın... Ama biliyorum, sadece oyun oynamak istiyorsun. Yoksa çizginin öte tarafına geçecek değilsin. Aklınca oyununa biraz tehlike eklemişsin. Yoksa senin bir bok yapacağın yok bilirim. Araf seversin sen. Çizginin ne o yanına ne bu yanına geçersin. Ne zaman sıkışsan hayatta -şimdi olduğu gibi- kendine hep tehlikeli oyunlar yaratırsın. Vakti zamanında oyunlar oynayamadın ya, ondandır; bilirim.
Cebinden çıkardığın çakmağı seksek kutucuklarına doğru fırlatıyorsun: Üçtür üç, yapması güç. Yaşaması hepten güç… Erkenden öğrendin bunu. Bir sabah gözünü açar açmaz hayat; seni bir hışımla yatağından kaldırdı. Kalın bir sınav kitapçığını önüne koydu. Bunları çözmeden çıkış yok, dedi ve siktir olup gitti. Önünde henüz işlemediğin üst sınıf müfredatından sorularla... Sınav salonunda tek başına kalakaldın. Tıpkı beş dakika öncesi gibi... Aşağıda son nefesini veren o adamla hastane odasında kalakaldığın gibi... Üçtür üç, yaşamak niye bu kadar güç?
Tüm bunlar Nedim abin yüzünden başladı değil mi? Onun yüzünden çözemediğin sınavlara bir yenisi daha eklendi. Boktan bir yaz gününde yanına geldi. Üstelik hava kadar yapış yapış bir haberle... On küsur yıldır görmediğin baban kanserdi. Eski bir komşunun kızı çalıştığı onkoloji biriminde görünce tanımış. Unutulur mu hiç senin baban! Mahallede meşhurdu, meşhur! Rezillik konusunda tabii. Gittikçe kötüleşiyormuş. Yataklı tedavi olması gerekebilirmiş. Bunu duyan Nedim abin babanla görüşmüş ve ona bakmaya karar vermiş. Merhametin zehirlisiydi bu. Sadece sahibini zehirleyen, yiyip bitiren bir merhamet... Öyle miydi?
Çılgına döndün tabii bu haberle. Abini, anneni, seni yüzüstü bırakıp giden adama yıllar sonra siz bakacaktınız, öyle mi? Daha neler! Rahmetli annenin mezarına bir daha nasıl gidecektin, ne yüzle? Üzüntüsünden eriyip akmadı mı kadın gözlerinin önünde? Peki ya sen? Daha on altı yaşındaydın. Küçüktün, bir o kadar da büyümeye hevesli. Hevesin olduğu kadar kırılgan. Annen baban arkanda koca bir dağ olmalıydı, güvenmeliydin onlara. Ve onlara güvenip hayatın ejderhalarına bir kılıç saplamalıydın. Değil mi? Koca koca yaşlı başlı insanların bile anne babası öldüğünde korkunç acılar çektiklerini gördün. Dağları yıkılmıştı çünkü onların. Seninse daha on altı yaşında, tam da hayatın orta yerine atlayacakken yenmek gereken birçok ejderhan vardı. Kılıcın yok.
Şöyle bir düşündün, gözünün önünde beliren geçmişin acı yeşil karelerine baktın. Kan kırmızı bir düşünce yandı beyninde: İntikam! On altı yaşında annenin en yakın komşusuyla kaçan, şimdiyse yardıma muhtaç babandan bir intikam alacaktın. Su istediğinde hemen getirmeyecek, yarası olursa temizlemeyecektin, ilaçlarını da bir verip bir vermeyecektin işte. Oh!
İşler hiç beklediğin gibi gitmedi ama. Aklı evvel sen, o kadar da göt bir insan değildin. Baban hastaneye yatalı üç ay olduğunda bakma sırası sana geldi. Odaya adımını atar atmaz pişman oldun. Ardında olmasa da bir yerlerde var olan dağının küçücük kaldığını gördün. Sahi, kimdi bu? Kabadayı gibi mahallede heybetiyle gezinen o adam çoktan ölmüş aslında. On altı yaşınla beraber... İntikam planının suda bıraktığı pıt sesi...
Çakmağını atıyorsun: Sekizim seksek, yere düşen eşek. Sekize doğru yola çıkıyorsun da o sana nanik yapıyor uzaklardan. İyi de sen çizmedin mi bunu? Sekiz hafta öncesini hatırlıyorsun değil mi? Yan odaya yerleşen o baba kızı... Yasemin’le sigara molalarında kaynaşmıştın. İçinizi dökmüştünüz birbirinize. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, babası büyütmüş onu. Yasemin sana babasıyla beraber gezdikleri yerleri anlatır, fotoğraflarını gösterirdi. Her yeri gezmişler, gitmedikleri yer kalmamış. Cuma evin balık günüymüş, mezuniyetinde babası ne çok duygulanmış. Hele erkek arkadaşını babasıyla tanıştırdığı o gerilimli ve komik günü evire çevire defalarca anlattı sana. Yüzünde ablak bir ifadeyle dinledin. Sanki yabancı bir dil konuşuyordu Yasemin. Öylece susar ve dinlerdin.
Eter, sidik ve çamaşır suyu kokan o hastane odasında bir gün hiç beklemediğin bir anda bir bistüri saplandı kalbine. Özür dilerim. Özür mü dilersin? Özür dilerim. Özür? Özür dilerim. Ö-Z-Ü-R... Annenle görücü usulü evlenmişler, komşunuza âşık olmuş, ne yapsın’mış. Genç ve cahilmiş, sonraları çok pişmanlık yaşamış ama karşına çıkacak gücü hiç bulamamış. “Ah bir geriye dönebilse”ymiş böyle yapmazmış. Nefret ediyorum diye avaz avaz bağırarak kaçtın odadan. Oysaki her yeri delik deşik ruhunun bir tür sevme şekliydi nefret. Nereden bilebilirdin yıllardır görmediğin birinin ölümünün seni diri diri kavuracağını? Ve nereden bilebilirdin yıllardır onu beklediğini? Kendine söyleyemediklerin...
Duramıyorsun acıdan, acın yer çekimi kat sayısıyla çarpılıyor, bölünüyor, bulutlara konuyor, kendini aşağı bırakıyor. Acı bedeninde dolaşan kan gibi tüm vücuduna dağılıyor. Kalan son gayretinle çakmağını atıyorsun: Dörttür dört, dön de kafanı ört! Peki ya dört ay önce gördüğün o şey...
Telefonun çekmeyince Nedim abini aramak için babanınkini aldın. N’lerin arasında kendi adını gördün: Nergis Kızım. KIZIM. K-I-Z-I-M. Şaşırdın ama gülümsedin de. Sahi kızıydın ya sen onun ve o da babandı. Sonra bir anda kalbinin kapılarının arasından bir rüzgâr esti. Üşüttü seni. Bıraktın hemen telefonu yerine.
Acı genzini yakıyor, acı bulutlara çıkıp çıkıp kendini yere bırakıyor. Ayağını şöyle bir uzatıyorsun çatıdan acıya doğru. Çok ağır, çok. Bırakıyorsun kendini. Sekseğin üzerine. Karnına çekiyorsun ayaklarını. Acı şimdi karnında. Bulutlardan yavaşça süzülerek karnına girdi.
Çocukken de akşamüstü saatlerinde mahallede böyle dev bir seksek çizer oynardın. Babanın işten eve gelmesini beklerdin, onu böyle karşılardın. Tebessüm edip hafif azarlayan bir sesle “Hadi eve, saat geç oldu artık.” derdi. Eve gider, hep beraber yemek masasına otururdunuz. Masanın altında ayaklarını sallayarak otururdun. Ayak parmaklarının ucunda mutluluk... Şimdi sabahtan akşama kadar seksek oynasan da o artık gelemezdi. Ya da bir gün, bir sokakta yürürken karşılaşma ihtimalin de yoktu.
İlk gidişinde ne çok düşünürdün bunu hani. Hayal edip edip dururdun. Böyle kavga ederim, böyle yüzüne tükürürüm... Bazen de hiç tepki vermeden yanından öylece geçip gitmeyi düşünürdün. Bazen de ya karşılaşırsak ve onu tanıyamazsam diye için içini yerdi. Öyle ya da böyle o artık yoktu. Son kez görmeliydin onu.
Aşağı iniyorsun. Nedim abin hızlıca hastaneye geliyor. Tek başına yapamazsın bunu. Beraber morga iniyorsunuz. Yasemin’le babasınınki gibi cuma gününün balık günü olmadığı aile evinize, mezuniyet törenlerinde babanla beraber çektiremediğiniz fotoğraflara, babanla tanıştıramadığın erkek arkadaşına, babana alamadığın ilk maaş hediyene elveda diyorsun. Yanağına kondurduğun küçük bir öpücükle... Hep beraber hastaneden çıkıyorsunuz. Cenaze hazırlıkları için eve gidiyorsun. Acı, karnında değil artık. Derin bir nefes alıyor, bulutlara bakıyorsun.
1994, İstanbul doğumlu. 2016’da İstanbul Üniversitesi Fizyoterapi ve Rehabilitasyon bölümünden mezun oldu. Bahçelievler Devlet Hastanesi’nde fizyoterapist olarak çalışıyor.
Instagram: @nilay_krk