LATÎFÎ TEZKİRESİ’NDE BİR ŞAİR PADİŞAH: AVNÎ

Tezkireler

İslam medeniyetinde tarih bilimi, Hz. Peygamber’in hayat ve faaliyetlerinin incelenmesiyle yani biyografi ile başlamıştır. Başlangıçta tarihin bir alt dalı olarak varlığını devam ettiren biyografi türü; zamanla çeşitli zümreleri, grupları, meslek erbaplarını ve onların hayatlarını işleyen müstakil eserler hüviyetine bürünmüştür. Tür, XII. yüzyılın tanınmış İranlı şair ve düşünürü Feridüddin Attar’ın Tezkiretü’l-evliyâ adıyla bir eser yazıp bunun İslam dünyasında çok tutulmasının etkisiyle zamanla tezkire olarak anılmaya başlanmıştır (İsen, 2015: 12). Arapça zikr kökünden türetilmiş bir kelime olan tezkire, hatırlamaya vesile olan şey anlamına gelse de çok çeşitli anlamlarda kullanılagelmiştir. Edebi gelenek içerisinde Osmanlı toplumunun maddi ve manevi kültürünü temel alan bir tür anlamı kazanan tezkire, anlattıkları çevrenin veya mesleğin adıyla anılırlar. Şairleri anlatanlara Tezkire-i Şuarâ/Tezkiretü’ş-şuarâ, velileri anlatanlara Tezkiretü’l-evliyâ, hattatları anlatanlara da Tezkiretü’l-hattâtîn denir. Tüm bu türlerin varlığına rağmen tezkire denince daha çok şairlerin hayatlarıyla şiirlerinden söz eden kitaplar akla gelmektedir (İsen, 2015: 11).

İlk olarak Arapçada örnekleri verilmeye başlanan şuarâ tezkireleri, XII. yüzyıl sonuna kadar bu dilde varlığını göstermiş; XIII. yüzyıldan itibaren ise Farsça ile gelenek devam ettirilmiştir. Farsçada türün ilk örneğini Muhammed el-Avfî (ö.1232/1817) Lübâbü’l-elbâb (1221/1807) adlı eseriyle vermiş, onu mutasavvıf âlim Molla Câmî (ö. 899/1493), sekiz bölümden müteşekkil Baharistan adlı eserinin yedinci bölümünü 38 şairin biyografisine ayırarak izlemiştir.[1] Bu dilde anılabilecek üçüncü eser ise Devletşah b. Alaü’d-devle’nin (ö. 892/1486) Ali Şîr Nevâyî’ye takdim ettiği Tezkiretü’ş-şuarâ diğer adıyla Devletşah Tezkiresi’dir.

Türkçede ise tür, devrindeki Farsça hakimiyetine rağmen Türkçe hassasiyetiyle bilinen, Türkçedeki pek çok türde ilk örnekleri vermiş olan Ali Şîr Nevâyî (1441-1501) ile başlamıştır. O, Mecâlisü’n-nefâis (897/1491) adındaki tezkiresini tertipleme şekli ile Câmî ve Devletşah’ın eserlerinin takipçisi konumundadır. Eser, Farsça şiir yazan şairlerin biyografilerine yer veren Devletşah Tezkiresi ile Sâm Mîrzâ-yı Safevî’nin Tuhfe-i Sâmî’si arasındaki boşluğu, ihtiva ettiği Fars şairlerle tamamlaması bakımından Fars edebiyatı için mühim bir kaynaktır. Ancak onun asıl önemi, Türk edebiyatında ilk defa yazılan tezkire olmasındandır. Çağatay Türkçesi ile yazılan eserin dilinin ustalıkla işlenmiş olması ve içindeki 459 şairden 46’sının Türk asıllı yahut Türkçe şiir söyleyen şairlerden olması da Türk edebiyatındaki değerini daha da artırmaktadır. Onu önemli kılan bir başka yön ise kendisinden sonra gelen Türk tezkire yazarları için bir örnek teşkil etmesidir. 

Bir zincirin halkaları gibi birbiri üzerine eklemlenerek oluşturulduğu görülen tezkireler, başta Herat’ta yazıldıkları için Herat ekolü tezkireleri olarak anılan Câmî, Devletşah ve Nevâyî’nin tezkirelerini kendilerine örnek almışlar; daha sonra ise türün Anadolu’daki örnekleri ardı sıra yazıldığı vakit, sonra gelenler öncekilerin eserlerine zeyller yazarak geleneği devam ettirmişlerdir. Anadolu’daki ilk tezkire yazarı Sehî Bey (ö. 955/1548-49) Heşt Behişt’inin mukaddimesinde Herat ekolü tezkirelerinden yararlandığını açık bir şekilde söylemekten çekinmemiştir. Bu, tezkire yazarının eserini yazarken sırtını geleneğe yaslamasıyla eserinin değerini düşürmek şöyle dursun, bilakis andığı eserlerin kıymeti ölçüsünde kendi eserinin de değerini artırdığını düşünmesi bakımından dikkate değerdir. Eserin tertip tarzı ve muhtevası, örnek alınan eserle büyük ölçüde örtüştüğünden bize hangi eserin daha çok örnek alındığı konusunda da ipuçları vermektedir (İsen Durmuş, 2012). Örneğin, Sehî Bey’in, tezkiresinin mukaddimesinde de belirttiği üzere Herat ekolü tezkirelerinden etkilenmekle beraber asıl model olarak Nevâyî’nin tezkiresini aldığı söylenebilir. Her iki tezkirenin de sekiz bölüme ayrılması; Sehî Bey’in “Behişt”, Nevâyî’nin ise “Meclis” adını verdikleri bu bölümlerin muhtevaları arasındaki, kimi küçük farklılıklara rağmen, büyük ölçüdeki benzerlikler bunu ispatlar niteliktedir.[2] Bölümlerin muhtevası incelendiğinde dikkati çeken ilk şey, belli bir önem sırası gözetilerek oluşturuldukları, ancak bu iki eserdeki “önem” sırasının birbirinin tam aksi yönde olduğudur. Sehî Bey, Heşt Behişt’te 1. bölümü tamamen devrin padişahı Kanunî Sultan Süleyman’a (Muhibbî) ayırmış; diğer bölümleri ise sırasıyla başlangıçtan Kanunî’ye gelinceye kadar şiir yazmış padişah ve şehzadeler; vezir, kazasker, defterdar, nişancı, beylerbeyi gibi devlet büyükleri; bilgin şairler; kendisinden önce yaşamış ve ölmüş şairler; kendisinin gençliğinde ün yapmış olan, olgunluk devirlerine yetişebildiği, birçoğu ile tanışıp görüştüğü şairler; eserin yazıldığı tarihte hayatta bulunan ünlü şairler; eserin yazıldığı sırada yeni duyulmaya başlayan, kabiliyetli bulduğu genç şairler olmak üzere tertiplemiştir. Nevâyî ise Mecâlisü’n-nefâ’is’i sırasıyla kendisinden önce yaşamış ve o doğmadan önce ölmüş şairler; kendisinin zamanında yaşayan, çocukluğu ve gençliğinde görüp tanıdığı ama tezkirenin yazıldığı tarihten önce ölen şairler; kendisinin zamanında üne kavuşan ve tanıştığı, dostluk kurduğu şairler; bilgin şairler; Horasanlı şair mirzalar ve hükümdar ailesinden olan şairler; Horasan dışında yaşayan bilim adamları ve tanınmış şairler; sultan ve şehzadelerden şair olanlar; devrin padişahı Sultan Hüseyin Baykara olarak tertiplemiştir (İsen, 2015: 7-11, 38-39). 

Görüldüğü üzere Mecâlisü’n-nefâ’is’te son bölümü teşkil eden devrin padişahı, Heşt Behişt’te ilk bölümde işlenmiştir. Bu, Sehî Bey’in tezkiresini oluştururken “önemli”den “önemsiz”e doğru bir sırayı takip ettiğini, ancak Ali Şîr Nevâyî’nin ise bunun tam tersi bir yöntemi tuttuğunu gösterir. Ayrıca her iki taraftan gelindiğinde iki tezkirede de tam orta bölüm olarak nitelendirilebilecek 4. bölümün “bilgin şairler”e ayrılması dikkat çeken bir diğer husustur.  

Anadolu sahasında yazılmış ikinci tezkire ise Türk edebiyatında türle ilgili olarak ilk kez tezkire adını kullanmış olan Latîfî'ye (896/1491-990/1582) aittir. Bu yazının da temelini teşkil eden Tezkiretü'ş Şuarâ ve Tabsıratü'n-nuzemâ yahut Tezkire-i Latîfî, gerek yazıldığı XVI. yüzyıl için gerekse de Türk edebiyatının tüm tezkireleri içinde birçok ilki ve önemi haiz bulunduğundan müstesna bir yere sahiptir.

Bu çalışmada, genel hatları ile verilen tezkirecilik tarihi içinde, zincirin halkalarından biri olan mezkûr tezkirede Türk tarihinde bir deha, Peygamber tarafından müjdelendiği rivayet edilen komutan Fatih Sultan Mehmet'in sanatçı/şair kimliği irdelenecektir.

Her milletin kendi inançları, toplum yapısı yani kısacası kültürü içerisinde ilgilendiği/yöneldiği sanat dalları birbirinden bambaşka mahiyette olabilmektedir. Batı dünyasının resim, heykelcilik gibi sanat dallarında ileride olduğu bir dönemde, mensup oldukları dinin bu sanat dallarına bakış açısı sebebiyle, Osmanlı sahasındaki Türkler daha çok edebiyata ve şiire yönelmişler ve bu alanlarda sanat değeri yüksek eserler vücuda getirmişlerdir. Hatta bu sadece aydınlar çevresinde kalmamış, bizzat padişahlar da şiirle iştigal etmişler ve hatta divan teşkil edecek kadar üretken şair padişahlar bile var olmuştur.[3] Bu, diğer milletlerde rastlanmayan önemli bir niteliktir:

“Yer yüzü tarihine baktığımızda zalim ve eli kanlı hükümdarlar arasında, zulme pek o kadar eğilim duymamış olanlarına da rastlarız. İyi kalbli, ince görüşlü olanlariyle karşılaşırız, ama şair krallara rastlayamayız. 

(...)

Ünlü resim çizimcilerine ve kompozitörlere, siyasal bir gösteriş, ya da gerçek bir sanat sevgisiyle koruyucu meleği olmuş Rönesans döneminin kimi İtalyan prens ve prensesleri ve bazı Batılı dük ve baronların varlığı, Avrupa'da sanatçı kralların bulunmadığı yolundaki görüşlerimizi değiştirememiştir.

Kuşku yok ki Batılı sarayların bazılarında, zaman zaman kapıların güzel sanatlara açılması, hele Rönesans'tan sonra resim ve yontu sanatçılarının sevgi ile el üstü tutulması, orada resim ve yontuyu büyük ölçüde geliştirmiştir. Fakat Osmanlı hükümdarlarının şair ve müzisyen olmakla elde ettikleri üstünlükleri söz götürmez” (Şardağ, 1982: 1-2).

Osmanlı padişahlarının, şiirle/sanatla uğraşmaları yanında şaire/sanatçıya verdikleri önemin bir göstergesi olarak onları himaye etmeleri de dikkat çekicidir. Bu açıdan zikredilmesi gereken "hâmîlik kurumu", sadece padişahın değil, çeşitli devlet adamlarının da şairleri etrafında topladığı ve onları gerek maddi gerekse manevi yönden korudukları bir kurumdu. Öyle ki bu devlet adamları, padişahın yanında sanata/sanatçıya verdikleri önem nispetinde kıymetli oluyorlardı. Padişahlar sadece kendi coğrafyasındaki şairlere hâmîlik yapmıyorlar, kendi coğrafyası dışında yaşayan, beğendikleri şairlere de bizzat davet gönderip onları saraylarında ağırlamak istediklerini belirtiyorlardı. Nitekim döneminin ünlü Acem şairi Câmî ile önce Fatih Sultan Mehmet iki defa irtibat kurmuş,[4] daha sonra II. Bayezid döneminde de aynı şekilde irtibat kurulmuş, bunun neticesinde Câmî, II. Bayezid'i öven bir kaside kaleme almış ve Silsiletü'z-zeheb'in üçüncü kısmını onun adına telif etmiştir (Okumuş, 1993). Bunlar padişahların devleti sadece kılıç gücüyle değil, bilim ve sanat ile de idare ettiğini, "cahil" olmadıklarını göstermesi bakımından önemlidir. Yine başka bir örnek de Kanuni Sultan Süleyman'ın 1532 yılında II. Viyana seferi sırasında Habsburg İmparatoru I. Ferdinand'ın elçilerinin anlaşma yapmak üzere Arz Odası olan çadıra geldikleri esnada karşılaştıkları manzaradır. Elçiler içeri girdiğinde Kanuni'yi inci ve değerli taşlarla bezenmiş dört sütunun taşıdığı baldaken biçimli, altın bir tahtta heybetle oturur halde görürler. Yanındaki bir tabure üzerinde ise Venedikli sanatçıların yaptığı, üzerinde taç bulunan, değerli taşlarla süslü, incilerin sarktığı, süslü, altın bir miğfer durmaktaydı (Necipoğlu, 2007: 138). Bu ve fethettiği yerlere sanatçıları ve hususi kütüphanesini de götürmesi onun sanat, kültür ve ilimle ne kadar içli dışlı olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Latîfî ve Tezkiresi

Anadolu sahasında yazılmış ilk tezkire olan Sehî Bey'in Heşt Behişt'inden sekiz yıl sonra yazılmış ikinci tezkire, Tezkiretü'ş-şuarâ ve Tabsıratü'n-nuzemâ'nın yazarı Latîfî, 896/1492 yılında Kastamonu'da doğmuştur. Buradaki eğitimini yarıda bırakarak İstanbul'a gelmiş, başta kâtiplik ve muhasiplik olmak üzere çeşitli kademelerde devlet hizmetinde görev yapmıştır. Daha küçük yaşlardan itibaren şiir ve inşâya ilgi ve rağbet gösterdiğini belirten Latîfi'nin aldığı eğitimin ne derece olduğu hakkında bir bilgi yoktur. Ancak ilgisinden dolayı kendisini bu alanda iyi yetiştirdiği de bir gerçektir (İsen, 2015: 44).

Kâtiplik mesleğine girdikten, defterdar İskender Çelebi'ye (ö. 921/1515) Bahâriyye kasidesini sunduktan sonra Belgrad kâtipliğine tayin edilip, Rumeli'de uzun yıllar kalmış; elli iki yaşında İstanbul'a dönmüştür. 939/1532-941/1534 yılları arasında yazıldığı bilinen Risâle-i Evsâf-ı İstanbul adlı eserinden de anlaşılacağı üzere bu, onun İstanbul'a ilk gelişi değildir. İstanbul'a geldiği sırada Anadolu'da yazılmış ilk tezkire olan Sehî Bey'in Heşt Behişt'i yeni tamamlanmış ve büyük ilgi görmüştü. Belki de bu yoğun ilgiden de olacak, Latîfi yakın dostu şair Zaîfî'nin de "ısrar"ları üzerine kendi tezkiresini kaleme almaya başlar (İsen, 2015: 44). İsen, bu "ısrar" mevzusunun kurmaca bir bölüm olduğu konusundaki görüşlerini şöyle açıklar:

"Bu kısım, bana göre, kurmaca bir bölüm de ihtiva etmektedir: Latîfî'nin aklında böyle bir eser yazma düşüncesi yoktur. Bu fikri kafasına dostu Zaîfî sokar. Hatta Latîfî bu işten yakasını kurtarmak için ne kadar ısrar ederse arkadaşı daha çok direnerek onun kaçış yollarını kapatır (Bkz. Kitabın Yazılma Sebebi adlı bölüm). Başka eserlerde de karşımıza çıkan bu tip bölümleri ben, hayalî senaryolar olarak düşünüyorum. Bu yolla şair, kendisinin lehinde ve aleyhinde olan durumları rahatlıkla ortaya koyma imkânını elde ediyor. Dahası kendi meziyetlerini bir başkasının ağzından okuyucuya intikal ettirme fırsatını elde ediyor" (1999: IX).

İsen'in de ifade ettiği üzere bu kısım bir senaryodan ibaret olabilir ve nasıl ki divan edebiyatının geneline hâkim olan gelenekten gelen bir teşrifât varsa burada da bunun bir benzeri söz konusu olabilir. Nitekim bu tür kurmaca teşrifâta bir örnek de tezkire yazarının kendisinden önceki herhangi bir tezkirecinin eserini özetlerken eseri bir arkadaşından ödünç aldığını ve fazla vakti olmadığı için içinden bazı şairleri/şiirleri elediğini belirtmesidir. Bu durum, en belirgin olarak Hasan Çelebi Tezkiresi'ni özetleyen Beyanî ve Safâyî Tezkiresi'ni özetleyen Safvet'te görülür. İkisi de eserlerinin mukaddimesinde mahut tezkireleri bir arkadaşlarından birkaç günlüğüne ödünç aldıklarını ve fazla vakitleri olmadıkları için ancak tanınmış şairleri seçerek ve kısaltarak yazabildiklerini belirtirler (İsen, 2015: 76, 149). Bana göre fazla vakitleri olmadıkları ibaresinin yer alması, onların özetledikleri tezkirelerin üzerindeki tasarruflarını pekiştirmek endişesidir. Her ne kadar bir başka tezkirenin özeti mahiyetinde olsalar da bu tezkireleri özetledikleri tezkireden ayıran ve onları değerli kılan en mühim özellikleri ise üsluplarıdır.

Latîfî, 1546'da tamamladığı tezkiresinde Türk edebiyatında ilk kez alfabetik usulü uygulamıştır.[5] Tezkiresini yazarken görüşlerinden faydalandığı Âşık Çelebi (ö. 979/1572) bunu uygulamak istemiş, ancak Latîfî daha önce davranınca bu düşüncesinden vazgeçmiştir. Bu durumu tezkiresinde anlatan Âşık Çelebi ise tezkiresini "ebced" usülüne göre tasnif etmiş ve bu usulün zorluğu ve kullanışsızlığı nedeniyle kendisine takipçi bulamamıştır (İsen, 2015: 60).

Tezkiresini tamamladıktan sonra devrin sultanı Kanuni Sultan Süleyman'a takdim eden Latîfî, tezkiresinin mukaddimesinde kendi hayatı ve eserleri hakkındaki bilgilere yer vermiş; özellikle şaire ve şiire yönelik görüşleriyle edebiyatımızda dikkate değer poetika örneklerinden birini vücuda getirmiştir. Mukaddimesinde göze çarpan bir diğer nokta ise günümüzde dahi geçerliğini koruyan, devrinde şaire/şiire ve nesre önem verilmediğinden bahsetmesidir. Tezkiresini tamamladıktan sonra da uzunca bir süre hayatta kalan Latîfî'nin eserini en az iki defa yeniden ele aldığı, farklı nüshalarda artıp azalan şair sayısından anlaşılmaktadır (İsen, 2015: 44-47).

Tezkirenin elde mevcut en eski yazması olan Kayseri Râşid Efendi Kütüphanesi'ndeki yazma üzerinde Cengiz Alyılmaz, 1988 yılında "Latîfî Tezkiresinin Sentaks Yönünden İncelenmesi" adlı yüksek lisans teziyle çalışmış; Mustafa İsen 1990 yılında sadeleştirmiş; Rıdvan Canım ise 2000 yılında edisyon kritikli metin olarak yayımlamıştır.

Latîfî'nin diğer eserleri arasında ise Risâle-i Ta-rîf-i Evsâf-ı İstanbulFusûl-i Erba'aSubhatü'l-UşşâkNazmü'l-CevâhirEsmâ-i Suveri'l-Kur'anEnîsü'l-FüsehâMünâzara-i LatîfîRebiiyye-i Ezhâr ve Dîvân'ı zikredilebilir (Canım, 2018: 6-11).

Fatih Sultan Mehmet ve Latîfî Tezkiresi'nde Avnî

II. Murat ile Hüma Hatun'un oğlu, Çelebi Mehmet'in torunu olan II. Mehmet, pek çok padişahta karşılaşılmayan bir durumla iki kere tahta çıkmıştır. İlk saltanatı Ağustos 1444 ile Ağustos 1446 yılları arasında olmak üzere iki yıl, ikinci saltanatı ise 19 Şubat 1451 ile ölüm tarihi olan 3 Mayıs 1481 yılları arasında olmak üzere yaklaşık 30 yıl sürmüştür. İlk saltanatında Manisa'da inzivada olan babası II. Murat, Yeniçeriler'in ayaklanması ve Halil Paşa'nın ısrarı üzerine yeniden tahta geçmiş; II. Mehmet ise Manisa'daki sancakbeyliği görevine geri dönmüştür. 3 Şubat 1451 tarihinde ise babası II. Murat'ın vefatını ancak üç gün sonra Halil Paşa'nın gönderdiği ulak ile öğrenen II. Mehmet, Osmanlı sultanlarının yedincisi olarak ikinci kez tahta oturmuştur. Kendisinin dönemine gelinceye kadarki padişahlar tarafından kuşatıldığı ve alınmasına ramak kaldığı halde alınamayan İstanbul'u o, tahta çıktığı ilk andan itibaren almayı kafasına koymuş ve bunun için çalışmalara girişmiştir. Ve bu çalışmaları neticesinde, 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul'u alıp kendisine "Fâtih-i Konstantiniye", devletine de imparatorluk ününü kazandırarak Peygamber'in buyruğundaki "şanlı komutan"[6]mertebesine erişmiştir.

Daha gençlik yıllarında Temcidoğlu, Çelebizade Mehmet, Molla Ayas, Molla Gürani gibi devrin büyük âlimlerinden ciddi bir tahsil ve terbiye gördüğünü bildiğimiz II. Mehmed, Batılı kaynakların da belirttiği üzere Arapça, Farsça, Slavca, Rumca, Latince ve Çağatayca bilmekteydi. Bilim ve şiire olan ilgisi her zaman azami seviyede olmuş, meclisini devrin bilim, şiir ve kültür adamlarına sonuna kadar açmıştı. Kendi coğrafyası dışındaki âlimlerle de yoğun ilişkiler kurmuş, Ali Kuşçu'yu ve Molla Câmî'yi Osmanlı İmparatorluğu'na davet etmiş; Ali Kuşçu'ya konakladığı her yerde bin altın vermiştir. Bu, onun bilime/bilim insanına verdiği önemi gösterir. Yunanca, Arapça, Farsça ve Türkçe dillerindeki hususi kitapları arasında din felsefesi ve edebiyata ilişkin kitaplar olduğu kadar matematiğe, coğrafyaya ilişkin kitaplar da önemli yer tutardı. Bilimle ilgilendiği kadar sportmen bir insan da olan Sultan Mehmet, at binmek, kılıç kullanmak, ok atmak, ağır gülleleri fırlatmak gibi faaliyetleri en üst başarıyla yerine getirir ve çevresindeki mahir insanları bile hayretler içinde bırakırdı. Şiir yazmakta da yüksek maharetli, Avnî mahlasıyla yazdığı şiirlerle bir divan teşkil edecek kadar üretken bir şair olmuş ve bu özelliğiyle Osmanlı padişahları arasında bir ilke imza atmıştır (Ak, 2001: 103-104; Şardağ, 1982: 52-53; Yücebaş, 1960: 29-31; İsen, 1999: 69-71; Canım, 2018: 97-99).

O, tüm bu özelliklerinden dolayı Türk tezkireciliğinin en müstesnalarından olan Latîfî Tezkiresi'nde "selâtin-i Âl-i Osmânun mu'ayyen ü mümtâzı mülûk-i mâziyyeden/Osmanlı sultanlarının en seçkin ve en önde geleni" olarak tanıtılmış; "sultân-ı selâtin-i guzât ve bânî-i mebânî-i envâ'-ı hayrât u hasenât/gazi sultanlar sultanı, çeşitli hayır ve hasenat işlerinin kurucusu" olduğu vurgulanmıştır (Canım, 2018: 97; İsen, 1999: 69).

Daha sonra ise Peygamber tarafından müjdelenmiş olduğu için kendisinin iki dünyada da kutlu olduğu, "Şâhân-ı memâlik-sitân içre fâtih-i taht-ı İstanbul ve muhyî-i merâsim-i şer'-i Rasûldür. Ve ahbâr-ı Nebeviyyede ni'me'l-emîr teşrîfi birle müşerrefdür. Bu sebebden hayâtı ve memâtı devlet-i dâreyn ve sa'âdet-i kevneyn ile e'azz u eşrefdür/Ülkeler alan padişahlar içinde İstanbul tahtının fâtihi ve peygamberin şer'i kurallarının yaşatıcısıydı. Peygamberin hadisinde "ne güzel sultan" ululamasıyla yüceltilmiş, bu yüzden de hayatı ve ölümü iki cihan mutluluğuyla aziz ve şerefli kılınmıştı." sözleriyle anlatılmıştır (Canım, 2018: 97; İsen, 1999: 69).

Latîfî, tezkiresinde sadece onu övmekle kalmamış; onun saltanat döneminin bilim ve kültür açısından zirve bir dönem olduğunun, âlime/şaire ne denli önem verildiğinin ve aynı zamanda kendisinin de şair olduğunun da altını çizmiştir. Onun devrinde liyakat en üst seviyede olmuş, herkes yeteneğine göre belirli makamlara getirilmiştir:

"Tarih kitaplarında yüce künyeleri Ebu'l-hayrât (Hayır, iyilik babası) ve güzel vasıfları Ebu'l-hasenâttır. Saltanat dönemi, bilgin ve fakihler devri, hünerliler ve fasihler çağıydı. Bu aydınlar zümresine sonsuz sevgi ve saygısından dolayı, bu kadar medrese, tetimme, imaret ve kalıcı kurumlar yaptırıp bu kadar sınırsız gelirir, bu ulu zümrenin geçimi ve kalkınması için vakf edip harcamıştı. Yaşlı bilginler şöyle rivayet ederler: Adı geçen, medrese ve tetimmelerde ne kadar yetenekli muid ve oradan yararlanan kimse varsa Emsile'den İsfahânî'ye kadar, İsfehânî'den Telvih ve Tavzîh'e kadar yeteneğiyle dikkati çekmiş, kabiliyetli öğrencileri bir deftere kaydeder ve bunu yanında taşırmış. Medrese ve kadılık kadrolarında boşalma olunca, yerini ve münasibi oradan kontrol edermiş. Bu ilgi ve rağbet, öğrencilerin büyük gayretine ve her yıl tahsil görenin çok fazla çalışmasına sebep olur, böylece bilgi ve marifet öğrenmesini de zorunlu kılarmış. O dönemde değer itibarını herkes hakettiğine göre bulurmuş” (İsen, 1999: 69-70).

Başarıyı ödüllendirmesinin etkisiyle insanlar, çalışmaya daha çok meyletmiş; bu nispette yetenekli insanların sayısı da artmıştır. O başarıyı mal, makam ve mülk ile özendirerek insanların belli bir yetenek üzerine çıkmasının yolunu açmıştır. Başarılı kişi nerede olursa olsun, karşılığını vermeyi ihmal etmemiştir:

 

“Bu yüzdendir ki o dönemdeki bilgin, fakih ve yetenekli insan çokluğu hiçbir padişah devrinde olmamıştır. Ve "İsrailoğullarının nebisi gibi" övgüsüyle medhedilmiş olan büyük bilgiler, o dönemde gelmişler, başka bir devirde gelmemişlerdir. Her nerede sahasında uzman ve yegâne bir bilgin varsa, ister Hind isterse Sind'de olsun, büyük ikramlar ve paralar ile yolunda çok mal ve mülk harcayıp, yüksek makam ve mevkiler ile onları özendirip zorunlu olarak her birini ülkelerine veda ettirerek, yerlerini yurtlarını terk ettirmiştir. Herkesçe bilindiği gibi Ali Kuşçu adlı tanınmış bilgini Acem'den Osmanlı ülkesine davet edince onu yüceltmek için her durağına bin akçe takdir etmiş ve böyle pek çok ihsan ile onu ağırlamıştı” (İsen, 1999: 70). 

Devletin padişahının liyakate bu denli önem vermesi, diğer kademelerdeki insanların da buna göre şekil almalarını sağlamış; her yere ilimin, sanatın üstünlüğü ve doğruluk, dürüstlük hâkim olmuştur:

“Vezir ve beyleri yüce şer'î kurallara son derece bağlı olup onun dairesi dışında hiçbir işe ruhsat verilmezmiş. Kadı ve kazaskerler yükselmek için gerçeği örtbas etmezler beya doğruyu söylemekten çekinmez, bey vezirlere emrin baş üstüne denilmezmiş. Kısacası bilgi ve marifetin o dönemde ileri seviyede ilgi görmesi, bilginlerin diğer meslek mensuplarının üstünde tutulması söz konusuymuş. Şiir ve nesire de o şekilde rağbetleri ve ehline o seviyede hürmetleri varmış. Bu yüzden Hint'te Hâce-i Cihân'a, Acem'de Mevlânâ Câmî'ye her yıl bin flori gönderilirmiş. Şairlerden de otuz kişi, onun maaş ve ulûfesi ile geçinirmiş. Bunların bir kısmı tarihlerini nazm eder, bir kısmı da kıt'a ve kasideleriyle onu överlermiş. Kendi yaradılışları da şiire yatkın olduğu için Avnî mahlasını kullanırlar, zaman zaman kimi müfred kimi de tam bir gazel söylerlermiş” (İsen, 1999: 70-71).

Tezkirede, ayrıca onun şiirlerinden örneklere de yer verilmiştir:

“Mısrâ: Tâlibi kâmil eyleyen rağbet ü îtibâr imiş

‘Yeni yetişeni olgunlaştıran rağbet ve itibar imiş.’

(…)

Mısrâ: İltifât u îtibâr ile olur kesb-i kemâl

‘Olgunluk ve yüceliğin elde edilmesi iltifât ve itibar ile olur.’

(…)

Matlâ: Sâkiyâ mey ver ki bir dem lâle-zâr elden gider

Erişir fasl-ı hazân bâğ-ı bahâr elden gider

‘Ey içki sunucu güzel, şarap ver, bir an gelir ki lâle bahçesi elden gider; sonbahar gelir ve bahar güzellikleri uçup gider.’

(…)

Karamanoğluyla düşmanlığını anlatan bu matlâ da onun şiirlerindendir.

Matlâ: Bizimle saltanat lâfın edermiş ol Karamânî

Hudâ fırsat verirse ger kara yere karam anı

‘Karamanoğlu bizimle saltanat lafı edermiş; Allah fırsat verirse onu kara yere karayım’” (İsen, 1999: 69-71).

Özellikle son mısra onun şairlik gücünü göstermesi bakımından dikkate değerdir. II. Mehmet, tahta ilk çıktığı vakit onun daha çocuk sayılabilecek bir yaşta olmasını fırsat bilen Karamanoğlu, ayaklanma çıkarır. Bu olay üzerine genç hükümdar ilk seferini Karaman üzerine açar. Bu beyit, onun sadece kılıcına değil sanat gücüne de verdiği ehemmiyeti ispatlar niteliktedir. 

Fatih Sultan Mehmet, belki de haklı olarak, savaşçı kişiliği, askerî dehası ve İstanbul'u fetheden "şanlı komutan" oluşu ile anılmış; entelektüel kişiliği nispeten daha geri planda bırakılmıştır. Ancak şurası bir gerçektir ki, onun İstanbul'u fethetmesinde dahi entelektüelliğinin etkisi vardır. 

Nitekim kendisine kadarki hemen bütün sultanların hayali İstanbul'u ele geçirip Bizans'ı ortadan kaldırmak iken bunu onun başarması tesadüf değildir. 

 

Kaynakça

AK, Coşkun (2001). Şair Padişahlar. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.

CANIM, Rıdvan (2018). Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü.

HAMMER, J. Von. Büyük Osmanlı Tarihi. C: 2. Üçdal Hikmet Neşriyat.

İSEN, Mustafa (1999). Latîfî Tezkiresi. Ankara: Akçağ Yayınları.

İSEN, Mustafa (2015). Şair Tezkireleri. Ankara: Grafiker Yayınları.

İSEN DURMUŞ, Tuba Işınsu (2012). “Osmanlı Şuara Tezkirelerinde Zeyl Geleneği”, Turkish Studies-International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 7/1 Winter 2012, s. 1319-1329.

NECİPOĞLU, Gülru (2007). 15. ve 16. Yüzyılda Topkapı Sarayı: Mimarî, Tören ve İktidar. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

OKUMUŞ, Ömer (1993). “Câmî, Abdurrahman.”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.7, s. 94-99.

ŞARDAĞ, Rüştü (1982). Şair Sultanlar. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

YÜCEBAŞ, Hilmi (1960). Şair Padişahlar. İstanbul: Yeni Matbaa.

 

 

[1] Bursalı Lamiî Çelebi, Câmî’nin Nefahâtü’l-üns adlı evliyâ tezkiresini Fütûhu’l-mücâhidîn li Tervîhi Kulûbi’l-müşahidîn (927/1520) adıyla genişleterek tercüme etmiştir. Bu tercüme ve zeyl konumundaki eser bizde genel tarihler dışında müstakil biyografi kitabı olarak kaleme alınan ilk örnektir (İsen, 2015: 11).

2Her iki eserdeki bölümlerin karşılaştırıldığı bir tablo için bakınız: (İsen, 2015: 38-39).

[3] Coşkun Ak, şiirle ilişki içinde bulunan şair padişahları, ilişkileri nispetinde bir sınıflandırmaya tâbi tutmuş ve onları I. Şiir Yazdığı Rivayet Edilen Osmanlı Padişahları, II. Şiirle Uğraşan Osmanlı Padişahları, III. Divanı Olan Osmanlı Padişahları olmak üzere üç bölüm altında incelemiştir (2001: VII-VIII).  Sultan II. Mehmed'i (Avnî), son bölüm içinde ele almıştır.

[4] İlkinde Câmî'yi İstanbul'a davet etmek için Hoca Atâullah Kirmânî'yi 5000 altın hediye ile Halep'e göndermiş, ancak Câmî oradan ayrılmış olduğundan bu davet gerçekleşememiştir. İkincisinde ise yine değerli hediyeler ile Câmî'ye bir elçi gönderip ondan bir eser yazmasını istemiş, ancak eser kendisine sunulmak üzere gönderildiğinde Fatih vefat etmişti (Okumuş, 1993).

[5] Latîfî'den önce Arap edebiyatında şairlerin alfabetik sıralanması usulünü esas alan ilk eser El-Merzubânî'nin Mu'cemu'ş-şuarâ adlı eseridir (İsen, 2015: 8).

[6] Peygamber'in buyruğunun geçtiği kıssa, Hammer'de şu şekilde geçmektedir:

“Müslüman müverrihleri tarafından rivayet olunup da Konstantiniyye muhasarasına tatbik edilen yalnız bir itikâd vardır ki, bu da bir hadis-i şeriften istinbât edilmiştir. (Hazret-i) Peygamber Ashâb’ına şöyle (buyurmuş) idi:

  • << Bir tarafı karaya, iki tarafı denize nazır bir şehirden bahs edildiğini işittiniz mi?>>

 

  • <<Evet, yâ Resulallah!>>

 

  • <<Bu şehir ishak (aleyhi’s-selâm)'ın yetmiş bin hafidi tarafından zapt olunmadan, kıyamet kopmayacaktır. Onlar şehrin tabiyelerine yaklaşırken silâhlarıyla, mancınıklarla değil, yalnız Lâilâheillallah ve Allahü Ekber sözleriyle harb edeceklerdir. O vakit denize nazır cihetlerden biri yıkılarak, diğeri de sonra düşecektir; nihayet kara tarafındaki surlar dahi düşecek ve gâlibler şehre dâhil olacaklardır.>> 

Bir başka defa da (Hazret-i) Peygamber Konstantniyye’nin İslâm’ın fetihler dairesine dâhil olacağını tebşir ile buna muvaffak olacak asker iyi bir asker ve emiri iyi bir emir olduğunu beyân (buyurmuş) idi” (2008: 276).