DÜŞÜNCE KOŞUCUSU

Şimdiye kadar hiç düşünmemiş gibi bir hızla düşünüyorum; kilometrelerce. Bazen düşüyorum. Kalkıp, dizlerimdeki tozu toprağı süpürüp, bir müddet daha düşünüyorum. Dışarıdan gören biri asla zihnimdeki maratonu tahmin edemez; öylece sakin ve kıpırtısız, yüzümde artık mizaç halini almış bir gülümsemeyle oturuyorum. Belki huzurlu görünüyorum, kim bilir. İçimde tozu toprağı şenlendiren koşudan kimselerin haberi yok. Fakat bu düşünmenin adımları öyle bir hızlanıyor ki… 

“İşte böyle. Çok saçma, değil mi?” 

Zihnimdeki maraton koşucusunun adımları yavaşlıyor. Ama bu birden oluyor; yüz kilometre hızla giden bir aracın birden el frenini çekmesi gibi. Tehlikeli bir duruş. Koşucu, sersem bir şekilde etrafına bakıp tribünlerden yardım istiyor: “Bir soru geldi, cevaplamam gerekiyor. Yardım edin!” 

Tribünler suskun. Onlar da dinlememiş belli ki Ayla’nın dediklerini. Koşuya odaklanmışlar. Eh, olması gereken de bu değil mi? 

Hızlıca, makul bir cevap bulmak için Ayla’nın sorusundan evvel anlattığı şeylerin içinden, kilit sayılabilecek birkaç anahtar kelime yokluyorum: Dedikodu, kadınlar, Şermin, mahalle… Hah! Şermin! Şermin’i tanıyorum. Bu isimden ve az önce Ayla’nın anlattığı, sanki bir rüyadaymışım gibi sisli puslu duyduğum o şeylerden yola çıkarak parçaları birleştirebilir ve doğru cevabı verebilirim. 

“Çok saçma elbette. Ama işte biliyorsun, Şermin hep böyle…” 

“Evet! Ben de onu diyorum işte! Resmen saçmalık. Kadının ağzının ayarı yok, sinir bozuyor. Hele geçen gün dediklerini bir duysan…” 

Maraton hepten yarım kalıyor. Koşucu şimdi yedek kulübesine geçmiş dinleniyor. Teri soğuyacak. Tribünlerden birden Mozart’ın Kırkıncı Senfoni’si çalmaya başlıyor. Seyirciler huşu içinde, hepsi tek kulak olmuş, Ayla’nın anlattıklarını dinlermiş gibi yapıp Mozart’ın ezgilerine bırakıyorlar kendilerini. En can alıcı noktasında Ayla birden anlatısına hararet katarak devam ediyor. Gülmemek için müthiş bir efor sarf ediyorum. Aslında Şermin’den yana çok dertli. İlahi tribün! Kırkıncı Senfoni oldu mu hiç şimdi bu muhabbete? Ama seviyorum bu insanları; hep kendilerini eğlendirmenin bir yolunu buluyorlar. Şimdi, teri iyice soğuyan koşucu da huşu içinde kendini bu müziğe bırakıyor. Ayla iyice yükseliyor; müzik inişli çıkışlı ama Ayla, daim bir yükselişle kendi kendine sinirlenmeye devam ederek anlatıyor: 

“Gerçekten bıktım bu kadından! Sana ne ya, sana ne! Her boku sen biliyorsun, en iyi sensin, en mükemmel tavsiyeleri sen verirsin! Bir sus artık, biraz dinlemesini öğren be kadın! Değil mi ama?” 

E Ayla’cığım sen zaten hükmü vermiş, benden de bir imzalı onay bekliyorsun. Ne gerek var? Şermin sana ne yaptıysa, ne anlattıysa sustun sustun sustun şimdi de tüm o pasif agresifliğinle bana kusuyorsun olan biteni. Reva mı? Madem bunca şikayetçisin, ne diye görüşüyorsun Şermin’le bin senedir? Anlamıyorum. E ben şimdi bir saattir bana kustuklarını gidip nereye dökeceğim? Bak, çöplüğe döndü içim. Bıraksan da koşuma devam etsem. Bak, eser de bitmek üzere. Mozart sever mi acaba Ayla? Şimdi de sorulmaz ki bu, deli derler adama. Neyse, mecbur cevaplayacağız. Kadın olmak ne zor iş. 

“Evet, var Şermin’in böyle huyları. Ne yapacaksın işte, insanlar türlü türkü.” 

Türlü türlü diyeceğim yere yanlışlıkla ikilemenin son halkasında ‘türkü’ dememle, gıybetle çevrelenmiş çöp havuzuna güneş doğuyor ve minik bir bakışmadan sonra, Ayla kahkahalar içinde kendini koyuveriyor: 

“İlahi Narin ya! Vallahi hiç güleceğim yoktu. Allah da seni güldürsün emi! Türkü dedi yaa!” 

Kahkahalarına ben de ortak oluyorum; zaten ne zamandır içimde zorla zapt ettiğim gülmelerin kafesi açılıyor da şimdi kendisine bir kılıf bulunmasından memnun, dört nala cıvıldaşarak özgürlüğüne kavuşuyor hepsi. Ne güzel kuşlar: yeşil, mor, ebruli… Mor kuş var mı acaba? Denk gelmişimdir muhakkak bir belgeselde falan, böyle birden bilinçaltımdaki kafesten çıktığına göre… Türkü gerçekten komik oldu öyle ciddi bir asma kesme muhabbetinin ortasına. Türlü türkü… Yalnızken hatırlayıp gülecek malzeme çıktı bugün de, hadi gene iyiyim. Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere! 

“İnsan ismiyle özdeşir, ismi neyse karakteri de o olur derler; cidden sen de isminin özelliklerini taşıyor musun kız Narin?” 

Haydaa… konu Şermin’den nasıl bana saptı şimdi. Narin miyim, hımm bir düşünelim… Bence değilim. Beni maraton koşarken, dizlerimin yara bere halini görsen asla öyle ismim gibi olduğumu düşünmezdin Ayla. İçimdeki koşucunun ismi hiç ismiyle münhasır değil. Sen de değilsin ama; Ayla, yüzü ay gibi demek değil mi? Bayağı bitter çikolata gibi içi dışı karanlık bir kadınsın sen Ayla. 

“Vallahi bilemiyorum ki, öyle derler ama…” 

“Yok yok, güçlüsün sen. Ben biliyorum.” 

Bok biliyorsun Ayla. Neyi biliyorsun Allah aşkına? Güçlüymüşüm! Hangi büyük derdim ve sıkıntımı göğüslerken gördün beni? Hiç. Ne biliyorsun gücümü, güçsüzlüğümü? Bilmiyoruz sanki buradan çıkınca başka bir kadına gidip ona da Şermin’in dedikodusunu yaptığın gibi benim de dedikodumu yapacağını. Neyse, ne yapıyorduk? Salağa yatmak. 

“Aman yok canım, sen de.” 

“Yok yok öylesin. Narinsin marinsin ama güçlüsün de. Ayy, nasıl unuturum o annenle ilgilenişini? O yatalak kadına aylarca baktığını… Ama böyle dağ gibi dimdik, güçlü durduğunu!” 

Tekinsiz sulara giriş yapıyorsun Ayla, ah… Ayrıca o süreçte ben dağ gibi değil, bir ağaç gibiydim; ince, uzun, cılız bir ağaç. Her rüzgârda sallanıp sarsıldım, fırtına olmasına bile gerek yoktu. Hafif ve sıcak meltemlerde bile yapraklarımdan çok titredim, ama hiçbiriniz görmediniz. Güçlü olamayan ama öyle duran birine, sırf yardım etmemek için güçlü demek de sizin en iyi bildiğiniz işti çünkü. Evet, dimdik duruşumu gördünüz; sarsıla sarsıla yaprak döktüğüm geceler sizin rüzgarınız benim kapımı çalmadı hiç. Ben de sesimle sizi rahatsız etmemek için daha bir sustum. Sonra ne oldu? Sessizlik beni yuttu, kendi sesimi unuttum. Şimdi bazen, es kaza yanlışlıkla kendimle konuşmayı denesem, kaçacak yer arıyorum! Kendi sesimden korkuyorum ben Ayla, kaldı ki siz… 

“Evet, zor bir süreçti. Ama geçti işte; her şey insanlar için.” 

“Öyle, öyle Narin’ciğim. Mekânı cennet olsun inşallah. Allah çektirmesin, kolay ölüm versin.” 

Seninki zor öldü, çekti çektirdi, ama bizler inşallah ‘hık’ diye ölürüz, diyor yani. Bu. Bir de yüzüme baka baka söylüyor. ‘Âmin’ dememi bekliyor. Ben onun yerine başka bir şey diyorum: 

“Kahven bitmiş, ister misin bir tane daha?” 

“Yok yok, kalkayım ben artık ya geç oldu.” 

Bir zahmet kalk git artık Ayla. Geç oldu, evet. Tribünde bütün izleyici, yedek kulübesinden çıkmamı bekliyor. Kaç dakikadır kırkıncı senfoniyi dinliyorlar, helak oldular sayende! Kalk da şu müziği bir değiştireyim, haldır haldır koşturayım. 

Kapıdan uğurluyorum. Adet olunduğu üzere, karşılıklı yanaklarımızdan öpüyoruz; bir sağ, bir sol. Bazen bir sağ, bir sol, sonra bir daha sağ oluyor. Onu hiç anlamıyorum ben. Usül iki değil midir? Üçüncüyü kim, ne zaman, hangi ara icat etmiş? Neyse. Sen hayırlısıyla bir git de koşacak çok konu var Ayla. Bitter çikolata Ayla. Güle güle Ayla. 

Kapıyı kapatıp içeri geçiyorum. Koşucu, ısınma turları yapıyor. Megafondan bu kez on üçüncü senfoni duyuluyor. Bu kez koşucu dizliklerini takıyor; o diz kapakları artık parçalanmayacak! Artık kanamayacak koşucunun hiçbir yeri! Senfoninin en can alıcı yerinde, koşucunun yerleri yakan o hızı da düşünme koşusu da her yeri yakıp küle çeviriyor. Düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor… O koşadursun, ben de ezginin ritmiyle dans ede ede kendime bir kahve daha almaya gidiyorum mutfağa. Ayla’nın kupası, kahverengi ruj lekeleriyle o masada öylece duruyor. Kaldırmıyorum. Kulağımı biraz yanaştırsam, eminim ki o tiz sesiyle hala bir şeyler konuşuyordur. Hiç ellemiyorum. Müziğin sesini biraz daha açıyorum; koşucu daha bir şevkle koşuyor, kan kırmızı tüm kurdeleleri göğüslüyor. Seyirci memnun, ben mutlu. Biraz daha koşarsam belki bir dağ olmanın yolunu da bulurum. Ağaç olmak zor. Deneyeceğim.

 

 

SEDA NİDA DEMİR

 

 

EDİTÖR: NİHAT KOPUZ