Nihan Feyza Lezgioğlu yazdı.
İster insan olsun isterse kedi veya köpek hatta kurt, bütün çocuklar birbirine benziyor. Hepsi her gün yeni bir çiçek açıyor sanki. Kedilerim var benim. Suzan, Suna, Suat. Gözleri günden güne daha anlamlı bakıyor her birinin, mimikleri çok daha belirgin ve akıllıca. Kim ne derse desin, onlar da bekliyor bir şeyleri. Sabahları, market poşetlerini karıştırmayı, bir saksı çiçeğini keşfetmeyi, bizlerin işten çıkış saatlerini, oda kapılarının açılmasını... Onların da alışkanlıkları, beklentileri ve korkuları oluşuyor. En çok ne yemeyi severler, nasıl uyurlar, ne zaman yanıma koşarlar biliyorum. En küçük detaylar ezberimde. Gitgide çok daha iyi biliyorum hepsini.
Üç kardeşler. Suna'yla Suat kucağa bayılır, Suzan oralı olmaz. Uykucu ve oyuncu hepsi. Kızarmış alabalık yemeyi severler en çok, yağmur sonrası toprak kokunca büyülenmiş gibi kısarlar gözlerini, yaz gecelerinde balkon masasında oturmaya, soğuk akşamlarda mutfaktaki kaloriferin üstünde uyuklamaya, orkidelerimi koklamaya, eylül güneşine bayılırlar. Suna deli yatar, Suzan bir köşeye kıvrılıp gözlerini patileriyle örter, Suat kucağımda uyur tortop. Kızım Gökçe gidince daha bir bağlandım onlara. Neyse ki sık sık beni de onları da görmeye geliyor. Bugün de gelecek, mesaj atmış sabah.
On üç yıl oluyor boşanalı. Ellime yaklaşıyorum şimdi. Haftanın beş günü çalışıyorum. Muhasebe işindeyim. Evime yarım saat uzaklıktaki bir büroda birkaç kişiyiz: düğününe haftalar kalan otuzlarında bir kadın, kırkında bir adam, emekliliği için gün sayan bir başkası, bir de yirmi beşlik delikanlı. Gün boyu, günler boyu toplayıp çıkarıyor, çarpıp bölüyoruz. Sıkılıyoruz, aranıyoruz. Bütün bunlardan el çekmek de çare değil diye ekleyip çıkarıyor, çarpıp bölüyoruz yine. Emeğimizin karşılığıyla değilse de birkaç iş gününün ederiyle, süpermarketlere uğruyoruz. Her defasında bir torbayı ancak yarısına kadar doldurup evlerimize yollanıyoruz. Günlerimiz böyle geçiyor, elliye böyle yaklaşıyorum.
Saat on iki olmak üzere. Bir kahvaltı masası hazırlıyorum salonda. Kedilerin sevdiği peyniri ve yumurtalarımızı, masaya en son götürmek için kenara ayırıyorum mutfakta. Kaşla göz arasında hepsini yutuverirler yoksa. Zil çalıyor. Kapıda beliriyor Gökçe. Kıvır kıvır saçlarını kafasının tepesinde toplayıp mercan renkli bir fular bağlamış topuzuna. Gülüyor. Günaydın anne, diyor. Sarılıyoruz. Tüylü kızlarım da salonun kapısında bekliyorlar kucaklanmayı.
Masaya geçiyoruz biraz sonra. Ofisi taşıdım anne, diyor hemen, onunla uğraştım hafta boyu. Ve başlıyor konuşmaya. Başka başka şeyler anlatıyor. Nakliyeci sinirini bozmuş da bu da telefonda bir güzel bağırmış da kimse onu aptal yerine koyamazmış da herkes fırsatını bulunca dolandırıcı kesiliyormuş da nasıl ülkeymiş de… Onu seyrediyorum. Sisli bir camın arkasında konuşuyor sanki. Gittikçe her şey, bir resim ya da fotoğrafmış gibi dışarıdan seyredilebilir bir hâl alıyor. İçine girmeden, ona karışmadan, sahip olmadan, hem bunların hiçbirini istemeden, gözlemek yetiyor. Duyuyorum: “Otobüste yorgun hâlde ayakta dikilirken hemen önümdeki koltuk boşaldı, oturdum. Ben çok yorgunum diye boşaldı o koltuk gibime geldi. Sevindim bir an. Ne bileyim işte, benim için olmuş olsun istedim galiba. Sonra saçmalık, dedim. Neden benim için boşalmış olsun ki koltuk. Hem insan bir şeyin ne diye olduğunu asla bilemez ki. Değil mi?” diyor. Cevap beklemiyor ama. Benim de verecek bir cevabım yok nasılsa. “İnsan bilemez ama umar Gökçe.” Bu da bir cevap sayılmaz zaten.
Biraz susuyoruz. Tabakları toplayıp içeri götürüyoruz. Masa örtüsünü siliyor o, ben de kahve pişiriyorum. İki çok şekerli kahve. Bir magazin programı açık televizyonda. Ona bakıyoruz biraz. Başka kanallarda fi tarihinin dizileri ya da şimdikilerin tekrarı. Eski diziler başka, diyoruz bir ağızdan. Gülüşüyoruz. Çarşamba günü babamla oturduk biraz, diyor, yemek yedik dışarıda. Kısa bir an duruyor, nefes alıp devam ediyor. Evlenecekmiş, diyor hemen. Yüzüme bakmıyor. On üç yılda üçüncü evliliği bu. Ne diyeyim, hayırlı olsun, bu defa becerir belki, diyorum. Sen yok musun seen, derken yanağımdan bir makas alıyor. Gülümsüyorum. Gülümsüyor.
Saat beşe geliyor. Fasulye ayıklamaya başlıyorum, o da yardım ediyor. Afacanlar sıcaktan bunalmış, klimanın önüne yığılıp kalmışlar. Sessiz sessiz bitiriyoruz yemek işini. Bir de karpuz kesiyorum. Anne evine giden ya ağzına kadar dolu mideyle ya da poşetlerle döner zaten. Çok yedim, kilo aldıracaksın bana yine, diye diye yiyor. Ben kalkayım anne, ancak giderim eve, diyor tabağındakileri bitirince. Gitmeden önce kedilerin kafalarını öpüyor tek tek. Sonra bana sarılıyor. İki yanağımdan, kuvvetle öpüyor. Ayakkabılarını giyerken, Gökçe, diyorum. Söyle şekerim, diyor hemen. Kimin nesiymiş babanın evleneceği kadın? Anlattıysa yani, diyorum sonra ilgisiz gibi. Geçen yıl bunların siteye taşınmış, sabahları otoparkta karşılaşıyorlarmış, öyle öyle de sohbete başlamışlar işte, diyor. Sorar gibi bakıyor yüzüme. Eh, bir daha gördüğünde tebrik ettiğimi söyle bari, diyorum. Gülümsüyor.
O gidince kapıyı kapatıp salona geçiyorum. Klimanın önündeki koltuğa oturuyorum. Kızlar çevrelemişler koltuğu, mışıl mışıl uyuyorlar. Ocaktaki fasulyenin henüz çiğ kokusu duyuluyor. Tencerenin düdüğü vızıldıyor bir yandan. Ellerim hafif hafif titriyor.