Deniz asılmış. Altı yaşındayım o zaman. Evimizde konuşuldu diye hatırlıyorum. Ya da hayal ediyorum. Eve giren bir gazetede ilk o günlerde gördüm Deniz’i. Okula yedi yaşında başlanıyordu o yıllar, o yüzden okumayı tam sökmemişim. Benden büyük ablamın derslerine ortak olup öğreniyorum çat pat.
Fakirliğin gözü kör olsun. Gazete belli ki halamın kesekâğıdı yapıp satmak için sakladıklarından. O dönem alınan sebze meyveler ve diğer ürünler kese kağıdına konuyordu, gazeteden yapılıyordu kesekâğıdı. Halam bu nedenle eve giren gazeteleri biriktiriyordu, iki üç kuruş eve katkısı olsun hiç değilse diye. Açmış yine, düzeltmiş, sıralamış. Gazeteyi alıyorum. Resimlere bakıyorum daha çok. Anlamaya çözmeye çalışıyorum. Genç biri gözüme çarpıyor, boğazlı kazak var üstünde. Çok da uzun. Fotoğraftan tam karşılaştıramıyorum, ama galiba abimlerden bile uzun. Hem yaşı daha büyük. Sonra öğrendim, daha yirmi beşinde olduğunu.
Resimde böyle kocaman bir ip, kalın kalın düğümleri var. Onu da sonra öğreniyorum. Adı yağlı urgan. Boynuna geçiriliyor öldürmek istenilenin. Yağ da sürüyorlarmış daha çabuk öldürsün diye. Bir insan bir başka insana neden yapar bunu? Alttaki küçük fotoğrafta, Deniz’in yanında kendi gibi iki genç daha var. Onu da sonra öğreniyorum. Biri Yusuf, soyadı gibi aslan. Küçük olan Hüseyin, soyadı gibi uğruna girdiği yola inanan.
Büyüdüm. İlkokuldayım. Okuyabiliyorum. Hatta hem sınıf başkanı hem kitaplık kolu başkanıyım. Eski, tarihi bir okul, altı kardeş mezun olduk oradan. En son ben. Benden sonra yaktılar okulu. Yani öyle konuşuldu hep, otopark yapmak isteyenler yakmış. Şimdilerde mafya diye anılıyorlar. Öğretmen küçük bir dolabın anahtarını veriyor, içinde saklı camından kitapların göründüğü. Nasıl mutluyum. Kitaplar bana emanet. Her sabah erken gidip bir kitap okuyorum, dolabı siliyorum. Emanete hıyanet yok bizde. Öğretmen eve götürebileceğimi söylüyor, okumak istersem. Daha da mutluyum ve gururlu.
Sonra ortaokul. Artık, Deniz Gezmiş konusunu öğrendim. Okulumuz çift tedrisatlı. Liseli abiler ablalar bazen cam çerçeve indiriyor. Slogan atıyor. Bir grup bir grup solcu, bir grup ülkücü. Marşlar söylüyorlar. Bazen biz de eşlik ediyoruz onlara. O zaman öğrendim Deniz Gezmiş’i ve onun Rodrigo sevdasını.
İzmir’in Çınarlı Radyo Kanalı var, çok sevilen ve bilinen. Öğlen okuldan gelince ablamla ilk işimiz radyoyu açmak. Aynı saatte başlıyor program. “Şimdi sıradaki parçamız Rodrigo’nun Gitar Konçertosu, bizi dinlediğiniz için teşekkür ederiz.” diyor sunucu. Ve başlıyor. Deniz abiyle biz göz yaşlarımızı göstermeden ağlıyoruz. Rodrigo öyle dinlenir çünkü. Gözyaşların içine akar. Çağlar. Kimse görmez duymaz kardeşin bile. Ama eloğlu duyar. Ömer Zülfü Livaneli de öyle diyor çünkü şarkısında. Abimle geceleri radyo kanallarını arayıp buluyoruz. Ancak öyle dinleyebiliyoruz. Livaneli’yi.
Bir sabah uyanıp okula gitmek için kör karanlıkta yola çıkıyorum. O yaşta karanlıkta bir başıma yürüyorum yolu. Korkuyorum her sabah. Ama korkunun ecele faydası yok. Birden önümde bir asker! Korkudan altıma kaçıracaktım. Nerden çıktı bu? Hayatımda ilk kez burnumun dibinde bir silah görüyorum.
“Korkma ufaklık, eve dön, okul kapandı.”
“Neden?”
“Öyle işte, ihtilal oldu. Her yer kapalı, evden çıkılmayacak. Ailene de söyle çıkmasın sokağa. Açın haberleri dinleyin.”
Sahi bu sabah erken kalkamadı annem, radyoyu açmadık. Demirbank hayırlı günler diler ve biz Osmanlı Bankasıyız reklamlarını duymadan çıktım. Bir bilmecem var çocuklar haydi sor sor da duyamadım. Tamam deyip yarıladığım yolu ağır çantamla geri döndüm. Eve girdim herkes uyanık. Radyo değil de televizyon açık. Annem beni görünce şaşkın. Abim beni almak için yola çıkmaya hazırlanmış kapıda bekliyor.
“Abi ihtilal olmuş, asker beni geri gönderdi.”
“Biliyorum. Korkmadın demi?”
“Biraz korktum.”
“Hadi gir içeri.”
Televizyonda, Zafer Cilasun, ihtilal olduğunu, peşi sıra sıralanan yasakları hiç durmadan okuyor, sonra sesi kısılıyor sürekli okumaktan. Yerine Mesut Mertcan geçiyor. Zavallı adamcağız. Kenan Evren ve dört komutan sürekli televizyonda. Evde bir heyecan. Hepimiz ayaktayız maaile. Annem oğulları için endişeli. Okuma öğrendiğim günden beri Deniz abiyi ve arkadaşlarını öğrendim. Yağlı urganı da öğrendim. Resimde yanında duran urganı meğer Deniz abinin boynuna geçirmişler. Rodrigo, içimi daha kanatarak ağlatıyor, yine gözyaşsız. Dergiler yakılıyor evde, annem ısrar kıyamet olunca. Mahallemize cemse denilen askeri araçlar giriyor. Askerlerin sesi duyuluyor, ayak sesleri, rap rap. Bir oraya bir buraya koşturuyorlar. Her gün “Yavan Çeşme” diye bilinen mahalle çeşmesinin yanında duran bütün genç abileri topluyorlar. Solcusu sağcısı. Hepsi belki de ilk kez yan yanalar. Ve son kez. Bir daha ne gördük ne duyduk onları.
Aradan geçen onca yıl, ülkeme her anlamda zarar veriyor sanki. Livaneli’nin Özgürlük şarkısı kafamda ve dilimde. Ve ben yine Rodrigo’yu dinliyorum, Deniz abi duysun diye. Gözyaşım içimde sel. Öyle öğrendik Deniz abiden. Kan kustuk kızılcık şerbeti içtik de bir ah demedik.
Erdal Öz giriyor kitaplarıyla hayatıma. Gülünün solduğu akşamı okurken salıyorum artık gözyaşlarımı, tutamıyorum. Dar ağacında gencecik üç fidana artık Erdal Erenler eklenmiş çünkü. Daha on yedi bile değil.
1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın başında, Paris’te bestelenen bir parça bu. Böylesine güçlü olan etkisi, belki de kör olan Rodrigo’nun gitar çalmasa da bir piyanist olarak İspanyol ritminin ağıtını anlamasında yatar. Kör olanlar da ağlarmış, gözyaşı dökermiş, tıpkı Rodrigo gibi. Tıpkı Deniz abi gibi. Tıpkı benim gibi. Yürekleri kör olanlara inat. Gözyaşlarımız birlikte coşar, çağlar. Su akar yatağını bulur misali. Deniz’in Rodrigo’su yüreklerde akar akar akar.
AYŞE ÖZÇELİKLER