SİSİFOS'UN AŞKI

Mary, valizini toplarken odanın içindeki hava, gecenin karanlığıyla birleşiyordu. Beyaz teni, kahverengi saçlarıyla tezat oluşturuyor, omuzlarından dökülen dalgalı saçları ışığın altında kızıl parlıyordu. İnce beliyle zarif ve kırılgan görünse de çocukluğunun hüzünlü yükünü taşımaktan yorulmuştu. Etraf, her zamanki gibi sessizdi. Odanın köşeleri, tüm yaşanmışlıkların izini taşıyan gölgeleri içine hapsetmiş, zamanı burada durdurmuş gibiydi. Mobilyaların üzerinde biriken hafif toz tabakası bu sessiz hayatın yavaşça solduğunu gösteriyordu. Valizini kapatırken eşyalar yılların birikimiyle çoğalıp ağırlaşmış fakat hiçbir anlam ifade etmeyen nesnelere dönüşmüştü. Kocası kapının önünde onun her hareketini izlerken içindeki derin hüzün gözlerine yansıyordu. Perdeler yarı açık, sokak lambasından gelen cılız ışık odanın içine süzülüyordu ama bu sıcak loşluk bile odadaki huzursuzluğu dağıtamıyordu. Evin her köşesi kocasının sabırlı ve derin sessizliğinin bir yansımasıydı. Ev, onun sabrını ve sadakatini simgeliyordu. Bunlar Mary'nin içinde suçluluk dalgaları yaratıyordu. 

Bu ev yıllardır yaşadığı dostane bir sığınaktı. Ama onun aradığı bu değildi; kalbi, onca yıldır başka bir yere, çok daha sisli bir düşe aitti. Şairle tekrar karşılaştığı ilk geceyi hatırladı. Sarhoşların gürültüsüyle çevrili köhne bir barda oturmuşlardı. Gözlerinin içine baktığında, kalbi de aynı gürültüyle atmaya başlamıştı. Barın duvarları pis ve koyuydu ama şairin oturduğu sandalye üzerine cennetten sızan hayalî bir ışık vuruyor gibiydi, etrafta insanların gülüşleri yankılanıyordu. Etrafında her şey hızlı, geçici ama heyecan vericiydi. Ellerinin titremesini saklamaya çalışırken şairin eski, yadigâr saatinin çatlamış camına dokundu, yaşanmışlıkların güzelliğini düşünürken onun elini tuttu ve yıllardır özlemini çektiği o hisle kucaklaştı. 

Mary’nin onun yanında hissettiği heyecan, eski dostane huzurdan tamamen farklıydı. O, hep bir rüzgâr gibiydi; sabit duramaz, esip geçerdi. Mary, bu büyülü fırtınaya karışıp gökyüzüne yükselmeyi seçti. Eski kocası, adeta gece gibi, sakin ve her şeyi içine alan güvenli bir karanlıktı ama şairin gözleri farklıydı. Bazen açık yeşil ve canlı, tıpkı bakir bir sahile vuran deniz gibi temiz, bazen de alacalı bir yeşil oluverirdi. Çocukluğunda sokaktaki oğlanlardan kavgayla alıp sakladığı, yatmadan önce gizlice baktığı tek yeşil misketin mutluluğu ve onu kaybetmenin endişesini beraber hissettirirdi. Yüzüne dökülen sarı saçları hafif serin esen meltemin tenine dokunuşu gibi yumuşaktı. Onunla karşılaşmak, eski bir şiirin içinden geçmek gibiydi. Adımları, her an bu sisli düşten uyanacakmış gibi tedirgindi.

Zamanla o küçük bardan çıkan yolculukları, şairin şirin bohem evine doğru uzandı. Evin her köşesi bir kâğıda karaladığı şiirler ve yanına dağınık bırakılmış kitaplarla doluydu. Pencereden bakınca görünen eski hamam ve sokağın darmadağın akışı bu adamın iç dünyasıyla eşleşiyordu. Pencereden içeri giren güneş ışığı tozlu havayı aydınlatıyordu. Çan sesleri artık alışılmış hale gelmişti. Denize hem uzak hem de bu kadar yakın olan ev, Mary’ye hem bir özgürlük hem de bir belirsizlik hissi veriyordu. Bu bulanık ortam, eski evinin düzenli, korunaklı duvarlarının tam zıttıydı. Şairin bu dağınık dünyasında kaybolmuş ama aynı zamanda kendini yeniden bulduğunu hissetmişti. Kendini ve sevgilisini yeniden bir bütün ve açılmayacak bir düğüm olarak var etmeyi istemişti. Yıllardır takviminde işaretli olan Aralık gününü artık hakiki bir heyecanla bekliyor, bu birlikteki bağlılığı yeni bir varlığın nefesiyle çoğaltmayı bir görev bilinciyle değil, sahici bir hevesle istiyordu. 

Günlüğünde gözyaşlarıyla ıslanmış sayfaları, çocukluğunu çalanlardan intikam alırcasına yırtmış, yeni umutları not etmesi görevini şaire devrederek, ona minik bir defter vermişti. Onun yanına her uzandığında, mutluluğun en saf halini, tatlı bir fındık tadı gibi yudum yudum hissetti. Şairin yanında, yaşamın kokuya bürünmüş en güzel hali gibi, süslü kırmızı cam şişelerde saklanmış pahalı parfümleri içine çekiyordu. Bazen manolyayı andıran beyaz teni ve masum bakışlarıyla cızırtılı bir radyoda aniden bağlama sesine denk gelmek gibi beklenmedik bir sevinç ile ruhunu sarıyordu. Şairin sesi, tıpkı bu ani neşeli melodi gibi Mary’yi o anın içindeki tüm dünya seslerinden ayırıyordu. Onu güldürdüğünde ise dünyadaki tüm sırların çözümünü, vadilerin derinliklerinde bulmuş gibi hissetti. Şairin yüzüne yayılan kırışıklıklar benzersiz, kendine has bir güzellik taşıyordu; zamanın izleri, vadilerin içinde saklanan sular gibi sağa sola sapıyordu ve o izler beraber aşk ile uzayıp büyüyerek birbirine karışacaktı. Onun kahkahaları, bir mucize gibi kalbini titretiyor, şairin yüzündeki her gülüşte daha da derinlerine kazınıyordu. Dünyanın sekizinci harikası varsa eğer, o, bu his olmalıydı.

Artık geçmişten sıyrılıp, yeniden doğmaya tamamen hazır hissetti. Ama kanı ne kadar sıcak aksa da Mary’nin içinde hep bir buz kütlesi saklıydı. Evini zalimce terk etmenin suçluluğu, her daim kalbinin bir köşesinde donmuş bir hüzün dağı olarak duruyordu. Şairin yükselen duvarları onu her seferinde biraz daha soğutuyor, ne zaman bu soğukluğa yenik düşüp uzaklaşsa, aynı günleri hatırlayıp teselliyle kendini yeniden toparlıyordu. Şairin kollarında, montunun içine gömülüp kokusunu çekerken, yumuşak kumaşlar sarılı beline sarılmanın sıcaklığını hayal ediyor, o rüzgârlı, soğuk esaretin içinde yeniden başlamak için güç buluyordu. Ancak duvarlar öyle keskin ve yüksekti ki her tırmanışında düşüp yara alıyor, biraz uzakta soluklanıp yeniden deniyordu. Belki de bu, yaptığı zalimliğin adil bir cezasıydı. Sisifos’un kaderini kırıp yeniden tırmanacak, duvarın başında bekleyen şairin elini tutup, yardımıyla sonsuz yeşil düzlüğe çıkacaklardı. Yeni bir direnişe başlama isteği veren, bu inançtı.

 

YAZAR HAKKINDA  

BÜŞRA GÜNAY

1992, Kayseri doğumlu. Mühendis. Şu anda akademik personel olarak görev yapmakta.

 

Twitter : @bg_ophelia