BÂKİ AYHAN İLE HASTA SEVGİLİ KIŞ ÜZERİNE SÖYLEŞTİK
Sudenaz Kahraman sordu.
"Bu kitaptaki şiirler, daha doğrusu novella üzerinde sadece kış aylarında çalıştım, kış bittiğinde dosyayı kaldırdım ve sonraki kışa kadar kapağını dahi açmadım. İstedim ki, duyuş hep o soğuklukta, karda kışta kalsın."
Şair Bâki Ayhan’ın Vapur Yayınları’ndan çıkan Hasta Sevgili Kış adlı şiir kitabı, okuru aşkın, ateşin, karanlığın ve yalnızlığın içine sürüklüyor. Sarı kâğıt üzerine sarı sözcüklerle yazan Ayhan, kışı kendi diliyle anlatıyor.
“Hasta Sevgili Kış”ta yalnızca mevsimsel bir kış değil, karamsar ve sarsıcı bir ruh hâli de hissediliyor. Yerin sallandığı, göğün boşaldığı, gittikçe büyüyen kargaşanın ortasındaki o atmosferde, kış sizin için neyin karşılığıydı? Bu mevsimi merkeze almanızın özel bir nedeni var mıydı?
Öncelikle şunu söylemeliyim: Bütün mecaz anlamların dışında doğrudan bir kış etkisi yaratmayı istedim. “fırtınaya koşan rüzgârlar doluyor / ölülerden boşalan yataklara … üşüyen kuşlar kışın şiddetini söylese … uzak fırtına şemsiyeleri değil yalnız / kalpleri de kırıyor … ben keskin soluklar alırken kıştan / rüzgâr dünyayı devirecek” gibi dizelerin amacı buydu. Ne var ki sözcükler şiirde, sözlükte durduğu gibi durmadığından ister istemez farklı çağrışımlar, mecazlar devreye girdi şiirler ilerledikçe. Kışın bedenini ve ruhunu birlikte yansıtmak, yaşatmak bu kitabın nesnel gerçekliği olmakla beraber dediğim gibi anlam katmanları arttıkça arttı. Malum, siz şiiri yazmaya başladığınızda şiirin durduğu yerle süreç içinde tuttuğu yer aynı olmuyor. Kışı merkeze almamın özel nedeni, iflah olmaz bir kışperest olmamdır, diyebilirim. Daha önce de kış temalı şiirler yazdım: Fırtına Kapısı, Fırtınaya Hazırlık, Kışa Gidiyoruz, Kimseye Yetmeyen Kış, Kardan Elleriyle… Bu defa, parça parça değil de tek kitaplık uzun bir anlatı gibi, bir çeşit novella gibi bir şey çıktı ortaya. Şiirlerin yazılış süreci salgın dönemi ve sonrasına denk geldiği için kaotik bir duyuş seziliyor, hissediliyor olabilir. Şairler bakmadan görme hünerine sahip kişilerdir ama ben ısrarla bakarak da görüp göstermeyi istedim. Kışı her şeyiyle seven biriyim ben. 365 gün kar-yağmur yağsa, hava kapalı olsa bundan hiç şikâyet etmezdim. Sadece gündelik hayatın bir parçası olarak değil, kültürel olarak da kış benim için vazgeçilmez. Kış temalı şarkılar, şiirler, romanlar, filmler, tablolar her zaman yanı başımdadır. Hatta, yakın geçmişte, “Soğuk Sözcükler: Edebiyatta Kış” başlıklı bir makale de yayımladım. Kış iyidir, kış güzeldir, kış özeldir.
Kitaba eşlik eden çizimler, dizelerin taşıdığı duyguyla iç içe geçmiş görünüyor. Okurun, şiirle birlikte bu görsellerle de bağ kurmasını mı hedeflediniz?
Bunu tam bir hedef olarak söyleyebilir miyim emin değilim. Sadece, her şey daha görünür olsun istedim belki. Hayatın ve varlığın bir sırrı varsa bunun görünmeyende değil görünende olduğuna inanıyorum. Başta görünürlük olmak üzere, diğer duyuların sonuçları da şiirlerde yoğun şekilde hissedilecektir. Şiirlerin içeriği ile çizimler tam bir paralellik arz ediyor çünkü resimleri yapan Oktay ve Türkân Asiltürk kardeşler(im) dosyayı iki üç defa okuduktan sonra çizdiler. “Kitap” böyle oldu ve sadece şiirlerin okunmasıyla değil aynı zamanda görsellerin seyredilmesiyle anlam yoğunluğuna ulaşılabilir, gibi bir durum ortaya çıktı. Görsellere nüfuz etmek için şiirleri, şiirlere nüfuz etmek için de görselleri eş zamanlı alımlamak fena olmaz.
“arka sokakta bir ev çatılıyor / aşk meşk ve ateş bir kez daha buluşuyor” dizelerinde aşk ve ateş bir arada kullanılıyor. Bu, hem tutkuya hem de yıkıma açık bir çağrışım yaratıyor sanki. Bu imgeleri bir araya getirirken neyi düşündünüz? Aklınızda nasıl bir duygu ya da durum vardı?
O parça, kitaptaki diğer bazı parçalar gibi, tam olarak seyir estetiğinin ürünüdür. Bu kitaptaki şiirler, daha doğrusu novella üzerinde sadece kış aylarında çalıştım, kış bittiğinde dosyayı kaldırdım ve sonraki kışa kadar kapağını dahi açmadım. İstedim ki, duyuş hep o soğuklukta, karda kışta kalsın. Yani bu yaşam-deneysel çalışmaydı aynı zamanda. O sıralarda, Moda’da zaman zaman danışmanlık hizmeti verdiğim bir kurumda sokağa bakan bir çalışma odam vardı, beş katlı binanın teras katında. İşte o pencereden yahut yağmurlu terastan sokağa, aşağıya bakarken gördüklerim de zaman zaman şiirlerime giriyordu. Sözünü ettiğiniz parçayı da bir ailenin kış ortasında yeni bir daireye taşınışını dakika dakika seyrederek kaleme almıştım. İşte kamyondan indirilen eşyalar, onu oraya bunu buraya koyalım, ötekini şuraya değil buraya çekelim falan, sözlerini de duyuyordum arada.
Şiirlerde yer yer bir anlatıcı sesi beliriyor, hatta bazı dizeler sanki bir hikâyenin içinden çıkmış gibi. Bunun okurları nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz? Şiirle kurulan ilişkiyi bu yolla dönüştürmek gibi bir niyetiniz var mıydı?
Esasında ilk parçaları kaleme alırken anlatıcı, üst anlatıcı, çerçeve anlatıcı gibi teknik uygulamalar aklımdan hiç geçmiyordu. Böyle yapısal, teknik bir niyetim yoktu. Süreç içinde dosya şekillenirken kendiliğinden oluştu bu yapı. Ben zaten öyle planlı çalışmam, bodoslama dalarım şiire. Gerçek şairlerin de böyle çalıştığını düşünürüm hep. Bazı parçalarda, ana karakter yani asıl anlatıcı (“hasta ben”) konuşurken bazılarında terzi, avcı, hastanın ziyaretçisi, oda arkadaşı olan diğer hastalar, ablası vs. konuşuyor. Okurun bundan etkilenişi, belki bir roman okuma hissi şeklinde olabilir. İmza günlerimde ve çeşitli etkinliklerde, bunun nabzını tutma şansım oldu. Genelde söylenen, “kendilerini adeta bir kış romanının içinde hissettikleri, okurken üşüdükleri” yönündeydi. Çoğul ses, anlamın daha etkin şekilde yansıtılmasına yaramış olabilir. Bazı parçalardaki anlatıcı-dinleyici ilişkisi, şair ile okuyucu adeta söyleşir gibi karşı karşıya duruyorlarmış hissi veriyor olabilir. Bu da galiba metinlere içtenlik değeri katıyor. Romanlarda da öyle değil midir? “Ben” anlatıcı, her zaman daha içten gelmez mi bize?
“karda avcılar / şapkalarını kaldırmadan” dizeleri, Brueghel'in “Karda Avcılar” tablosunu akla getiriyor. Gerçekten de bu dizede tabloya bir gönderme mi var? Varsa, bununla hangi duygu ya da atmosferi çağrıştırmak istediniz?
Evet. Brueghel çok sevdiğim ressamlardan biri, çünkü o da benim gibi ilk(s)el olanla modern olan arasındaki gerilimi yaşıyor. “Karda Avcılar” tablosunun çeşitli röprodüksiyonları da fakültedeki odamda, evdeki çalışma masamda, dolabımın kapağında vs. sürekli benimle. Az önce de değindim, “kış” temalı her şeye özel bir ilgim var. Vahşilik, üşüme, kalabalıktan uzakta olma, içeriden dışarıyı seyretme, belirli bir mekânda uzun zaman kalabilme… Bütün bu duygular kışla birleşik şeyler. Tablonun bendeki etkisi de o çerçevede diyebilirim. “Karda Avcılar”ı ilk ne zaman gördüm, hatırlamıyorum ama en az bir 25-30 yılı vardır ve bende sürekli yaşayan kış duygusuna eşlik eden görsellerden biridir.
Kargalar, şiirlerinizde sık sık karşımıza çıkıyor. Bu tekrar bilinçli bir tercih mi? Kargayla kış mevsimi arasında kurduğunuz bağı biraz açabilir misiniz?
Bundan önceki kitaplarımda da karga temalı yahut içinde kargalar uçuşan şiirlerim vardı. Onların bir tanesini de sevgili öykücü arkadaşım Murat Yalçın’ın “Karga Zarif” öyküsünden esinlenerek kaleme almıştım. Çocukluğumun geçtiği Adana’da, portakal bahçelerinde, top oynadığımız mahalleye yakın çayırlarda, yazları iki üç ay kaldığımız yaz bahçesini komşu bahçelerden ayıran çitlerde ve meyve ağaçlarında sürekli kargalar olurdu. Başka kuşlar da çok olurdu, mesela serçeler de epey fazladır benim şiirlerimde. Yine de en çok karga var, sanırım. Bunun hayata ilişkin nedeni, hem çocuklukta hem de sonrasında kargalarla sık sık aynı hava içinde olmak. Kültüre ilişkin kaynağı da başta Poe’nun şiir ve öyküleri olmak üzere, bana ilham veren çeşitli metinlerdir. Şu an yaşamakta olduğumuz Feneryolu’nda her yerde kargalar görülebilir, görüyorum. Bir ara, “Feneryolu Kargaları” diye bir yazı yazmayı, bunu da fotoğraflarla görselleştirip yayımlamayı düşünmüştüm. Araya başka şeyler girdi, yapamadım. Belki bu kış yaparım.
Neden hep kış diyorsunuz? Yazın bir şey yapmıyor musunuz?
Hayır. Yazları sadece tatil yapar ve eski polisiyeleri okurum. Akademik zorunluluk olmadıkça yazın tek satır yazamıyorum.
“kâğıt sarı, sözcükler daha da sarıydı.” dizesi de dikkatimi çekti. Buradaki sarı, yalnızca sonbahardan kışa geçişin bir işareti mi, yoksa bu renk sizin için daha başka bir anlam da taşıyor mu?
Sarı, en sevdiğim renk. Çocukluk yıllarımda sarı limon kabuğu desenli bir bardağım vardı, onu ısırıp dudaklarımı kestiğimi hatırlıyorum. Uzun yıllar tişört ve kazaklarım hep sarı oldu. Temel nedenini bilemiyorum. Hastalık rengi diyen var, depresyon rengi diyen var. Temel neden neyse ne, ama ben sarıyı çok seviyorum. Herhangi bir şey hakkında konuşulurken “rengi sarıysa kendisi de güzeldir” derim sık sık. Bunun eğer mecazi bir anlamı, metinlerde vardığı farklı yerler varsa onu bilemem. Okuyanlar karar versin.