Ceylin Uyanıker
İlkyaz x Satır İkinci Sayı, Kalemdaş
Uzun bir yürüyüşten sonra nihayet nehir kıyısına ulaştım. Ayaklarım beni taşıyor gibi değildi, sürüklüyordu sanki. Sanki her adımda, omzuma görünmez yükler biniyordu. Geçmişin ağırlığı mıydı, geleceğin belirsizliği mi, yoksa sadece içimde büyüyen o açıklanamayan boşluk mu, bilmiyordum. O an bildiğim tek şey, artık durmam gerektiğiydi. Kimse sürekli yürümeye devam edemez.
Bir taşın üzerine oturdum, dizlerimi karnıma çektim. Gözlerim, uzun uzun akan suya takıldı. Nehir sanki bir cevap taşıyordu ama dili benden farklıydı. Sanki herkes benden farklı bir dili konuşuyor. Bu yüzden, kendi kelimelerimle ifade edemiyordum olup bitenleri.
Kuşların cıvıltısı, hafif çam kokusu, güneşin usulca tenime değen sıcaklığı. Hepsi çevremdeydi. Ama içimde sadece sessiz bir karanlık vardı. O karanlık, göz kapaklarımın içinde değil, kalbimin en derinine yayılmıştı. Gözlerim dışarıyı seyrederken, içimdeki o boşluğa dalıyordum.
Sonra sordum. Neden? Tekrarladım. Neden? Dudaklarımdan dökülen her neden, ciğerlerimde bir burkulmayla yankılanıyordu. Yetişememek. Yetememek. Yenilenememek. Sanki bu kelimeler benimle yürümüştü bu yol boyunca.
Yoran şey yolun uzunluğu değildi. Aklımda dolaşanların çapı yolun on katıydı. Şimdi de hepsi çıplakça önümde dizilmiş, nehir kıyısında yüzüme bakıyorlardı. Aynalardan kaçmıştım, ama suyun yansımasında yine kendime yakalanmıştım. Yine dönüp dolaşıp kaçtığım şeylerin farklı bir gerçekliğine gelmiştim.
Kaçan şey sadece ben de değilim. Durmaksızın hareket etmek isterken elimden kaçırdığım çok şey vardı. Hiçbir şeyi tutamıyordum. Ne insanları ne zamanı ne duygularımı. Avuçlarımda kalmayan her şey, içimde daha da büyük bir boşluk yaratıyordu.
İçimin bereketi çevremi donatsın isterken, çevremin yalnızlığı günbegün içimdeki bereketi sömürüyordu. Bütün ekinler kurumasın, diye gözyaşlarımı bıraktım suya; bu ağır yükü biraz olsun hafifletir mi diye. Sonra yavaşça ayaklarımı içine daldırdım. Gerçekliği ve anı daha çok hissedebilmek için.
Suya güveniyorum, çünkü o yargılamıyor. Sadece dinliyor. Söylediklerimi sessizce alıp götürüyor, belki uzak bir haliçte yankılanıyor sesim, belki biri bir gün suya bakarken gözyaşımı görüyor.
Etrafıma, güzel ve iri gözlerimi değdirirken hep gördüğümü sanmıştım. Yaşanan her şeyi şeffafça izleyebildiğimi, insanların gözlemcisi olduğumu düşünmüştüm. Ama bir gözlemci bu kadar yanılabilir mi? Ait olmadığım yerlerde ısrarla kalacak kadar yanılmışım.
Aidiyetsizlik. Bu kelime çok fazla kaldı içimde. Ne bir yere ne birine ne bir duyguya tam olarak ait hissedememek. O yüzden, içimdeki karmaşa beni sertçe savuruyor. Sürekli kendimi bulunmak istemediğim hislere zincirliyorum. Neden? Bu sorunun cevabını vermek o kadar zor ki. Sanki aklım biliyor ama kalbim anlamak istemiyor. Zincirlenmek istediğim şey bir yer olmalı ve artık oraya sağlamca ayak basabilmeliyim.
Gerçekte ne olduğumu biliyorum aslında. Oysa neden hiçbir şey bana yeterli gelmiyor? Hayata güzel bakmaya çalışıyorum. Deniyorum. Her sabah uyandığımda, bir şeylere tutunmak için nedenler uyduruyorum kendime. Bir kuşun kanat çırpışı, bir ağacın gölgesi, bir sokak kedisi. Bunların hepsi, güzelliğe açtığım küçük pencereler. Ve deniyorum. Denemek zaten önemli olan, değil mi? Ama işte… Her şeyi yaparken bile, içimde bir yarış bitmemiş oluyor. Hep bir bitiş çizgisine odaklanmışım. Oysa gerçek ödül, koşarken alınan nefes değil miydi? Düşerken bile ellerime bulaşan toprak, aslında hedefe atılan birer ok değil mi?
O zaman ben neden hâlâ sonuca takılıyorum? Belki de bu yüzden içimde öfke birikti. Ama bu, dışarıya çığlık çığlığa vuran bir öfke değil. Bu, ormanda sessizce birikmiş kuru dalların en ufak tetikleyiciyle kendiliğinden alev alması gibi. Bir gün yanarsa ben bile durduramam.
İçimdeki karanlıkla savaştıkça aslında sadece onu daha çok tanıyorum. Kaçtığım şeyin ta kendisine dönüşmekten korkuyorum. Kendimi buradan çekip almak istiyorum. Bunu sadece kendi kendime yapabilirim. Beni kimsenin kurtarmasını beklemiyorum. Ama içimde taşıdığım bu karanlıkla nereye gitsem o da benimle geliyor. Sırtımda değil, göğsümde taşıyorum onu. Kalbimin tam arkasında bir yerde.
Suya söyledim bunu da. Suya anlatmak kolay. O dinliyor. Eleştirmiyor. Sadece akıyor. Gözyaşım onunla gitsin istiyorum. Gidebildiği kadar uzaklara gitsin. Belki bir başkasının sessizliğine çarpar da o da yalnız olmadığını anlar.
Güvenmek. O, işte en zor olanı. Onca soyutluk arasında, somut kalmasını istediğim tek şey. Bir yandan da iğne gibi inceden acıtarak içime işleyen bir şey. Onun tuttuğu yayın ucundaki oku ellerimle kalbime taşımaktan çekinmiyorum. Belki acıtır, ama en azından gerçek bir his olur.
Ondan gelen gerçek bir hisse ihtiyacım vardı. Vücudumda bütün benliğimle hissedebileceğim bir şeye. Dolu yağıyordu. Gökyüzü, öfkesini küçük beyaz tanelerle kusarken, şimşekle dağıtırken; koşarak bana en çok güven veren kanadın altına sığındım.
Güvendeydim. Ama sadece bir anlığına. Çünkü o kanatlar başkaydı. Isınmayı umarak yaklaştığım, korunmayı beklediğim o kanatlar aslında İkarus'undu. Ben bunu unutmuştum. Isıtırken yakardı aynı zamanda. Gözlerim doludan kaçarken yukarıya hiç bakmamıştım, sadece onun gözlerine bakmak istemiştim.
Dikkatimi çeken ondan başka bir şey olduğunu düşünmesin istemiştim. O yüzden sadece o keskin, güzel gözlerine baktım. Kanatlarının alevler içinde yandığını görmedim. Kendimi bulmaya çalışırken sığındığım yerde aslında onun yanışına dahil olmuştum. Ama geç fark ettim.
Gökyüzünün fırtınasında parlak ama alev alev yanan kanatları değil de hâlâ birlikte kaçılabilecek hayalleri arıyordum. Oysa o, çoktan kendi yanışını seçmişti. Kül olacak olsa da o uçmaya devam edecekti. Bu benim kabulümdü. Sözümden geri de dönmedim. Ama kendisini yukarıya taşırken bir başkasını götüremeyecekti.
Gün boyu içimden “İnsan neden diye bile sormak istemez mi artık?” diye geçirdim. İstemiyordum. Çünkü cevabını da duymak istemiyordum. Gecikmiş bir cevabın gözümde bir değeri yoktu. Hislerini ertelemeyi seçmişti. Nefret etmiyorum ama onun korkak oluşunu kabullenemiyorum.
Kalbini açmak, bir adım atmak, yüzleşmek yerine geriye çekilişi bir savaş değil, teslim oluştu. Teslim olmasını istememiştim. Bana “savaşarak seveceğiz” demişti. Ama kalbine sakladığı bütün sözcükler bir çığlığa dönüşmeden içine gömülüyordu.
Şimşek çaksa canımı bu kadar yakmazdı. Bu sessizlik çok daha acı vericiydi. Hissettirdiği bütün güzel şeyler, ruhumda yarattığı dalgalanmalar ve hissettirmediği, yapmadığı, sadece sustuğu her şey arasında sıkışıp kaldım.
Bir zamanlar ona “Gözlerin şairin kalemini susturuyor,” demiştim. Bu sefer kalem susmadı. Çünkü gözlerin artık çok uzakta. Ve o gözler şimdi başka yönlere bakıyor. Oysa biz hâlâ aynı yıldızların altındaydık. Ve bu yıldızın dilek hakkı saklıydı. Birinin içini açması gerekiyordu, oysa o her zaman kapalı kalmayı seçiyordu.
Bir adım ötesi varken, hep bir adım gerisinde durmayı seçti. Yakın duruyor gibi görünüp, aslında en uzak yerdeydi. Güzel gülüyordu ama içi hep sisliydi. En çok da sisin içinden seslenip sonra ortadan kaybolmasına içerliyorum. Kızgın değilim. Öfkemi bile çoktan içine gömmüştüm. Artık yalnızca yorgunum. Çünkü kaçmaktan, beklemekten, anlamaktan, umut etmekten, düşlemekten… en çok da sanmaktan yoruldum.
Zihnimde hâlâ o anlar vardı: Aynı yıldızın altına uzandıkları, gülüşlerin birbirine karıştığı, gözlerin dilek tuttuğu zamanlar. Ama bunların hepsi artık çok uzaktaydı. Geçmişte asla yakalayamayacağım bir yerdeler.
Hâlâ aynı gökyüzünün altındaydık, ama artık farklı hikâyelerin içinde. Gerçeğe en uzak yanılsama. Sarsıldım; dalgın bir anda gelen bir deprem gibi. Enkaz altında kalmadım belki ama bedenim hâlâ ağrıyor. Ruhum, görünmeyen morluklarla kaplı.
Kendimden çıktığım anda, zincirlerini kırmış bütün güzelliklerin geleceğine inanmak istiyorum. Artık sadece yanılmaktan çok yoruldum.
Ayaklarımı sudan çektim. Güzel görünen su bile içinde fazla kalınca derimi buruşturuyor. Kim bilir sürekli içinde yüzdüğüm bu karanlık, ruhumu ne kadar buruşturmuştur?
Biraz olsun mola verdiğimi sanarak, saatin kaç olduğunu umursamadan, acele etmeden yürümeye başladım. Ormanın derinliklerine; yeşilin huzur vereceğine inandığım yerlere doğru. Yürüdükçe yanık kokusunu arkamda bıraktım. Ve sadece ilerledim.
Nehir kıyısında her şey çok sessizdi. Yürümeye başladıktan sonra, geriden gelen hiçbir sesin artık bir önemi kalmadı.