BEN YA DA SEN VE O

Duvarların ardı arkası kesilmeyecekmiş gibi duran şom fısıltılarından yağmurun, pencereleri tıkladığını duymamışım. Merdivenlerden inerken dış kapının camlarından görünce bir an için çıkıp şemsiyeyi almayı düşündüysem de boşverdim. Umurum değildi, şiş gibi yağıyorsa da.

Kapının buz kesmiş kolunu çevirip çıktım. Herkes bir şeyden kaçıyor, bir yere yetişmeye çalışıyor gibiydi. Sundurmanın altında durup bekledim biraz. Biliyorsun, ben de öyle çok sevmem ıslanmayı. Ama bu sefer kendimi zor tutuyordum sokağa atlamamak için. Bilmem, belki de kendimi senin gibi hissetmek istedim ya da ne bileyim, böyle yaparsam yanımdaymış gibi olursun sandım. Neyse ki kısa süre sonra kimse gözükmez oldu gözüme. Önce sol ayağımı uzattım; bana aldığın siyah bot vardı ya, o hani asla giymem dediğim, bir saniye içinde pislik rengine döndü. Sonra tüm vücudumu arkadan ittim. En azından bir şapka taksaydım, diye düşünmedim değil. Kafamı delmeye çalışıyorlardı çünkü. Delsinlerdi, n’olacaktı. Aldırmadım. Yürümeye devam ettim.

Nereye gitsem bilmiyordum. Önce bakkalın olduğu tarafa saptım. İçeride yine milletin hesap defterini dürüyordu. Beni görünce şöyle bir durup sanki ilk defa görüyormuş gibi baktı. Selam vermedim. Yürümeye devam ettim. Başımın içine sular giriyor, dışarı sızan isli kan ve irin alnımdan burnuma, yanağıma süzülüyor; oradan ayakkabılarıma damlıyordu. Elimi kaldırıp dokunmadım bile. Kirden, pastan arınacaktı işte. Sadece yürümeye devam ettim. Üzerime aldığım bir başına bırakılmışlığın burukluğunu da atmak istiyordum, ki ruhumu da delsindi, temizlesindi.

Her zaman başını okşadığımız, evden kalan yemekleri verdiğimiz o sokak köpeğini gördüm, yine aynı köşesinde kıvrılmıştı, son gördüğümüzden bu yana epey süzülmüş. O da beni fark etti; kulaklarını dikti havaya ama hâlimin ondan beter olduğunu anlamış olacak, yanaşmadı yanıma. İlişmedim, insan ya da hayvan, eğer biri yalnız kalmak istiyorsa kalabilmeli. Ama ben istememiştim ki, sen neden beni yalnız koydun bunca yabancının içinde?

Gün mü oldu, ay mı yoksa yıl mı bilmiyorum ama kaç zamandır böyleyim işte. Daha ilk gün buraya kadar, diye düşünmüştüm. Hayat bitti benim için, yolun sonu. Ama bak nefes alıyorum hâlâ utanmadan. Gerçi alırken mesele yok, her şey normal gibi de verirken burnumun direğini sızlatıyor biraz.

Her zaman oturduğumuz park kanepesi çıktı karşıma, nasıl oldu da buraya geldim, bilemedim.  Bu sefer oturamadım, önce biraz ayakta dikildim; neden sonra baktım ki yorulmuşum, yağmur da dinmiş, çöktüm hemen yanındaki alçak bir kaldırım taşının üstüne. Ellerimi ıslak yere koyup arkaya doğru kaykıldım, gözlerimi kapatıp başımı yukarı kaldırdım.

Sesini duymasaydım daha ne kadar kalırdım o hâlde, bilmiyorum. Gözlerimi açıp baktığımda kanepede oturmuş, bana bakıyordu. İliklerime kadar ürperdim, gördüklerime inanamazdım. Islak ellerimi nemli kabanıma kurulayıp gözlerimi ovuşturdum. Oradaydı, oturuyordu. Konuşuyordu konuşmasına da sesinin kokusu bir farklı geliyordu kulağıma.

Beni özlediğini söyledi, o da kaç zamandır bu anı bekliyormuş. Cevap vermedim. Hâlâ inanamıyordum. Çıkmamalıydım dışarı. Çıkınca böyle hayaller görüyordum işte, ama hayal ama gerçek, sonuçta karşımda oturuyordu ya bakmamak aptallık olurdu. Bulutlanan yüzünden gözden boşanırcasına süzüldü yaşlar. Şaşırdım. Ne nefret ederim bilirsin ağlamaktan. Ne kadar samimi olursa olsun, bana yapmacık gelir, gösterişli bulurum biraz, sanki diğer insanlar görsün diye yapılıyordur. Ben mi? Ağlarım tabii, her insan gibi. Ama kimse görsün istemem. Görünce gelip teskin etmeye çalışırlar ya hani, bunu da çok yapmacık bulurum. Acılar biriciktir, hiç kimse diğerininkini anlayamaz. İş böyle olunca, gelip teselli etmenin de anlamı yoktur. Ben hiç beceremem böyle şeyleri mesela. Biri ağlayıverdi mi kaçacak delik ararım. Bulursam ne âlâ, bulamadım mıydı siner bir köşeye sadece izlerim. Sanki ne zaman gidip sorarım acaba diye göz ucuyla bakıyorlarmış gibidir, görmemek için başımı önüme eğerim. Öyle bir vaziyet alır ki duruşum istemeden, bir an onların gelip beni teselli edesi gelir. Yine de ağlama diyemedim, bıraktım ağlasındı. Gözyaşım, gözyaşıyla temizlenirdi.

Kesiliverdi sesi. Umduğunu bulamamıştı belli ki. O iri gözlerinden gözlerime bir yol aktı. İster inan ister inanma ama o gözler de normal değildi, içinde bir bakıştan ötesi vardı. Aynı anda tüm duyguları üzerime boca ediyor gibiydiler. Ama nefret galebe çalıyordu diğerlerine. Dayanılacak şey değildi. Dayanamadım, kalktım ayağa. Avuçlarıma ıslak, küçük taşlar yapışmıştı, onları silkeledim; pantolonumun arkası çamurlanmıştı, onları da. Kafamı tekrar çevirdiğimde yerinde yoktu, gitmişti. İtiraf ediyorum, zaten gitsin diye oyalanmıştım. Gözlerine aşinaydım ama o bakışlar, benim bildiğim gözlere ait değildi.

Parkın caddesinden karşıya geçebilmek için beklerken yine oradaydı. Kaldırımda durmuş, bana bakıyordu. Sıkılmıştım bu oyundan. Fazla uzatmadan gidip sarılsam mı diye düşünmedim değil, inanmış gibi. Bakışları az öncekine göre daha normaldi sanki. En azından tek bir duyguda karar kılmıştı. Şu arabaların da yol vermeye niyeti yoktu. İyice yanaştım. Nasıl olsa beni görüyorlardı, öyle hız yapılacak bir cadde de değildi. Baktım, yeşil bir araba oldukça yavaş geliyor, atlayacaktım önüne, gerek kalmadan kendisi durdu. Teşekkür edeyim dedim, bu sefer de arabanın içinden bakıp gülümsüyordu. Kafamı kaldırıma çevirdim, yoktu. Ne yapacaktım şimdi, ne karşıya geçebildim ne de geri bir adım atabildim. Dışarı çıkmamalıydım işte, bunca zaman nasıl kapanmıştıysam eve, bu Allah’ın cezası günde de öyle kalmalıydım.

Hem korkuyordum hem de sinirliydim. Yaşadıklarımın normal olmadığını biliyordum tabii, o yüzden korkuyordum. Yine de benimle oyun oynanmasından da bir o kadar rahatsızdım. Ama madem oyun zamanıydı, ben de arabanın kapısını açtığım gibi atladım içine. Böyle afallatırdım insanı işte. Kendini toparlaması uzun sürmedi ki yine bir şeyler söylemeye başlamıştı. Yanımdaydı ama sanki bir başka dünyadan çıkıyordu sesi, anlayamıyordum ne dediğini. Araba da bir türlü hareket etmek bilmiyordu. Korna sesleri kulağımı yakıyordu, kaç zamandır duymamıştım bu kadarını. Ben beni anlasın istiyordum, kötü günler geride kalsın, her şey ilk zamanki kadar güzel olsundu. O ise közlenmiş gözlerinin aleviyle beni yakıyordu. Gözlerimin önü bulanıklaşıyordu. Omuzlarımdan sarsılıyordum. Gözlerinin rengi bu değildi, nerede o ışıl, hardal gözler nerede bu kömürümsüler. Yüzümde bir acı, çok geçmeden bir tane daha, hayatın silleleri yetmiyormuş gibi. Kendimi zorlayıp neler olup bittiğini anlamaya çalıştım. Arabanın kapısı açılmış, içeri geniş gövdeli, hafif gençten bir adam kafasını sokmuş, beni hırpalıyordu. İtip indim arabadan, çok utanmıştım, yüzlerine bakamıyordum. Hıncını alamadığından tekrar üstüme çullandı. Karşı koymadım, bıraktım vursundu, öldürsündü. Birkaç kişi üstümden alınca arkama bakamadan uzaklaştım oradan.

Keşke bunlar yaşanmadan gelebilseydim yanına. Şimdi bu hâlimle, tüm berelerimle, dayak yemiş hayallerimle karşındayım. Onun sen olmadığını kabullendim. Artık gitsem iyi olacak. Kafamı yamamak için bir avuç alıyorum toprağından. Merak etme, artık sen çağırmadan her gün geleceğim yanına, ta ki bir gün geri gitmeyene dek.

 

                                                                                                                                                                                                     SİNAN CUMART

 

SATIR DERGİSİ

PAZAR-LIK ÖYKÜ: 04.09.2022