BELLEĞİN KIYILARINDA BİR SEYYAH: ANTONIO MUÑOZ MOLINA
Kübra Çiğdem İnal yazdı.
"Antonio Muñoz Molina’nın dünyasında gezinmek, biraz da kendi belleğimizin dehlizlerinde yol almaktır. Kelimeleriyle sadece hikâyeler örmez kendisi; aynı zamanda unuttuğumuzu sandığımız duyguları canlandırır, sessizliğe itilmiş çığlıklara ses verir ve tarihin üzerimize yıktığı o ağır yüklerle yüzleşmemiz için bize cesaret aşılar."
Bazen bir yazarla tanışmak, kendi ruhumuzun kuytularında saklı kalmış bir haritayı bulmaya benzer. Antonio Muñoz Molina’nın satırlarında dolaşırken hissettiğimiz tam da budur: belleğin ve zamanın, acımasız olduğu kadar şefkatli de olabilen sularında, hakikatin peşinden giden bir seyyahın izlerini sürmek… İspanyol edebiyatının yaşayan en güçlü kalemlerinden biri o ve Türkçeye çevrilen eserleriyle okurunu da kendi içsel yolculuklarına, geçmişin hem aydınlık hem de gölgeli patikalarına davet ediyor.
1956’da, Endülüs’ün o kendine has hüznünü ve direncini taşıyan Jaén’deki küçük bir aile çiftliğinde gözlerini dünyaya açan Muñoz Molina, ülkesinin yakın tarihinin tüm çalkantılarını ruhunda ve kaleminde taşır. İç Savaş’ın külleri henüz soğumamışken başlayan bir hayat, Franco diktatörlüğünün uzun ve boğucu gölgesi altında filizlenen bir gençlik ve nihayetinde demokrasiye atılan sancılı adımlar… Tüm bunlar, onun anlatılarının zeminini oluşturan, karakterlerinin kaderlerini biçimlendiren derin izlerdir. Gazetecilikten miras kalan keskin gözlem yeteneği, tarihle kurduğu kopmaz bağ ve en önemlisi, insana dair bitmeyen bir merakla Muñoz Molina; “bellek” dediğimiz o karmaşık ve kırılgan mekanizma, kimlik ve adalet arayışıyla olan imtihanına odaklanır. Ülkesi İspanya’nın en tanınmış yazarlarından biri olan ve kitapları yirmiden fazla dile çevrilen Muñoz Molina’nın dünyasına adım attığımızda estetik bir doygunluğun ötesinde, kendi vicdanımız ve unuttuklarımızla sohbete başlarız.
Lizbon’un Cazla Örülü Hüznü: "Lizbon’da Kış"ın Unutulmaz Tadı
“Lizbon’da Kış” (Telos Yayıncılık), Türk okurunun Muñoz Molina ile tanıştığı romandır. Sadece bir kara romanın sürükleyici kurgusu değil, aynı zamanda bir şehrin ruhuna, cazın o melankolik ve tutkulu notalarına sinmiş bir aşkın ve kaybın öyküsüdür bu. Kahramanımız Biralbo’nun, âdeta bir hayaletin peşinden Lizbon’un sisli, tekinsiz sokaklarına, loş barlarına sürüklenişi… Muñoz Molina, bu arayışta polisiye türünün araçlarını maharetle kullanırken, asıl olarak karakterlerinin içsel labirentlerinde, varoluşsal çıkmazlarında ve geçmişin bir türlü peşlerini bırakmayan gölgelerinde gezdirir bizi. Lizbon, o solgun ışıkları ve okyanusa açılan sonsuzluk hissiyle, tıpkı bir caz bestesi gibi, hem umut dolu bir sığınak hem de kayboluşun kaçınılmaz bir mekânı oluverir.
Ruhun Kuytularına Bir Bakış: "Güzel Karanlık" ve Bilinmezin Cazibesi
İnsanın içindeki o tekinsiz boşluklara, açıklanamayan dürtülere eğilmek cesaret ister. “Güzel Karanlık” (Can Yayınları), Muñoz Molina’nın tam da bunu yaptığı, okurunu kendi içindeki “öteki” ile yüzleşmeye zorladığı eserlerinden biridir. Başlığındaki tezat bile, anlatının bizi nerelere götüreceğinin işareti gibidir. Sıradan hayatların, kusursuzluk altında gizlenen takıntılar, bastırılmış öfkeler, şiddete eğilimli o anlaşılmaz arzu… Bir psikolog gibi değil, bir yazar gibi, karakterlerini yargılamadan, onların içsel motivasyonlarını, o incecik çizgide gidip gelen ahlaki seçimlerini bir kuyumcu hassasiyetiyle işler Muñoz Molina. “Güzel Karanlık”, rahat koltuğumuzda okuyup geçeceğimiz bir metin değil; bildiğimiz dünyayı, insanı ve kendimizi sorgulatan, “güzel” olduğu kadar “karanlık” da olan bir ayna tutar bize.
Kelimelerin Gücü Adına: "Savaşma Arzusu" ve Aydın Duruşu
Muñoz Molina sadece usta bir romancı değil, aynı zamanda çağının sorunlarına kafa yoran, sözünü sakınmayan bir entelektüeldir. “Savaşma Arzusu” (Can Yayınları), onun bu yönünü en çıplak hâliyle gördüğümüz, savaşın anlamsızlığı, aydının bu anlamsızlık karşısındaki sorumluluğu ve barışa duyulan o dinmez özlem üzerine kaleme aldığı denemelerden oluşur. Balkanlar’ın acısından Körfez Savaşı’nın yıkımına, tarihin kanlı sayfalarından günümüzün çatışmalarına uzanırken “savaşma arzusu” denilen o karanlık dürtünün kökenlerini, medyanın bu arzuya nasıl hizmet ettiğini ve kelimelerin şiddet karşısında nasıl bir direniş aracına dönüşebileceğini sorgular Muñoz Molina. Onun için yazmak, sadece bir sanat eylemi değil, aynı zamanda bir hakikat arayışı, bir vicdan muhasebesi ve barışa adanmış bir duadır.
Geçmişin Hayaletleriyle Dolu Bir Kasaba: "Dolunay" ve Vicdanın Sesleri
Yaşanmış ve bitmemiş zamanların bugüne nasıl sızdığını, bir toplumun kolektif hafızasının ne denli derin yaralar taşıyabileceğini görmek için “Dolunay”a (Doğan Kitap) bakmak gerekir. Sakin görünen bir taşra kasabasında işlenen bir çocuk cinayetiyle başlayan hikâye, katmanlar açıldıkça Franco döneminin omuzlara yüklediği korkuları, suskunlukları ve bireylerin vicdanlarında taşıdığı o ağır, sessiz yükleri gün yüzüne çıkarır. Bir dedektifin adımlarını izlerken, aslında sadece bir suçun değil, bir dönemin, bir zihniyetin de izlerini süreriz. Muñoz Molina, geçmişin bir karabasan gibi bugünün üzerine nasıl çökebildiğini, masumiyetin o incecik zarının nasıl yırtıldığını ve şiddetin o tekinsiz mirasının nasıl da sessizce devredilebildiğini insanın içine işleyen bir dille fısıldar.
Zamanın Parıldadığı Bir Şehir: "Emevilerin Kordobası" ve Kayıp Bir Medeniyetin İzleri
Bazı şehirler vardır, taşlarından ve sokaklarından asırların fısıltısı süzülür. İşte Muñoz Molina’nın bizi davet ettiği "Emevilerin Kordobası" (Yapı Kredi Yayınları), tam da böyle bir zaman yolculuğunun, yitirilmiş bir altın çağın izlerini sürmenin o buruk ama bir o kadar da hayranlık uyandıran hikâyesidir. Bu bir tarih kitabı kuruluğunda değil, âdeta bir roman lezzetinde, Muñoz Molina’nın o incelikli kalemiyle, yüzyıllar öncesinin Kordoba’sına, Emevilerin o görkemli başkentine bir kapı aralar. Bilimin, sanatın, felsefenin ve gündelik yaşamın o eşsiz dokusunda, farklı kültürlerin bir arada nefes aldığı, kitapların elden ele dolaştığı, aşkların ve nefretlerin, umutların ve hayal kırıklıklarının yaşandığı bir dünyaya konuk oluruz. Muñoz Molina bu eseriyle sadece bir şehri anlatmaz; bir medeniyetin yükselişini, parıltısını ve belki de kaçınılmaz hüznünü, okurun ruhunda derin izler bırakan bir tefekkürle sunar. Kordoba’nın büyülü atmosferinde gezinirken insanlığın ortak belleğine, yitip giden güzelliklere ve tarihin sessizliğinde saklı kalan o muazzam mirasa saygı duruşunda bulunuruz.
Belleğin Vatansız Coğrafyası: "Sefarad" ve Sürgünün Evrensel Yankıları
"Sefarad" (Kanat Kitap), ismiyle bile kalbimize dokunan, köklerin, anıların ve bir türlü bulunamayan, hep uzakta, hep bir düş olarak kalan o yitik vatanın adıdır. Bu devasa ve katmanlı eserinde Muñoz Molina; suçlananların, yurtlarından koparılanların, gittikleri her yerde “yabancı” kalanların o bitmeyen yolculuğuna ortak eder bizi. Bu sadece Sefarad Yahudilerinin değil, tarihin farklı dönemlerinde, farklı coğrafyalarda benzer kaderleri yaşamış nice insanın, nice ruhun da evrensel öyküsüdür. Auschwitz’e giden trendeki Primo Levi’nin, Franz Kafka’nın, Milena Jesenská’nın sesleri, Muñoz Molina’nın o güçlü ve yüreğe işleyen anlatımında, savaşın ve zulmün ortasında kalmış sıradan insanların, Arjantin zindanlarından sağ çıkmış bir genç kadının ya da Magina’nın basit bir kunduracısının hikâyeleriyle iç içe geçer. "Sefarad", bellek parçacıklarından, mektuplardan, tanıklıklardan örülmüş, zaman ve mekân sınırlarını aşan, okuru hem sarsan hem de derinden düşündüren, unutulmaz bir ağıttır. Kim olduğunu bilmemenin, hep bir eksiklikle yaşamanın o derin acısını, Muñoz Molina’nın kelimelerinde bir kez daha hissederiz.
Modern Zamanların Kırılganlığı: "Merdivendeki Ayak Seslerin" ve Yitirilenler
Günümüz dünyasının o baş döndürücü hızı, ekonomik krizlerin bireylerin hayatlarında açtığı o derin yarıklar ve tüm bunların ortasında bir aşkın, bir ihanetin, bir hayal kırıklığının incelikli anlatısı… “Merdivendeki Ayak Seslerin” (Sia Kitap), çağımız insanının o büyük yalnızlığını, güvensizliğini, bir dala tutunma çabasını, insanın kalbine dokunan bir dille anlatır. Bir adamın, kendisini terk eden sevgilisine yazdığı uzun bir mektup/monolog formunda ilerleyen roman, modern insanın yalnızlığını, güvensizliklerini ve tutunma çabasını dokunaklı bir dille resmeder. New York’un gökdelenlerinden İspanya’nın taşra kasabalarına uzanan bir coğrafyada, karakterlerin yaşadığı savrulmalar, aynı zamanda küresel bir krizin ve değerler erozyonunun da yansımasıdır. Merdivenlerdeki ayak sesleri, hem bir umudun hem de bir tehdidin habercisi gibidir.
Tarihin Gölgesinde Bir Kaçış ve Kimlik Arayışı: "Uzayıp Giden Bir Gölge Gibi"
Bir suikastçinin, Martin Luther King’in katili James Earl Ray’in Lizbon’daki on günlük kaçış öyküsü… “Uzayıp Giden Bir Gölge Gibi” (Sia Kitap), Muñoz Molina’nın tarihle, suçla, bellekle ve bireyin kimlik arayışıyla olan derin meselesini bir kez daha, bu kez farklı bir coğrafyanın ve farklı bir zaman diliminin atmosferinde önümüze serer. Ray’in izini süren anlatıcı, bir yandan da kendi hayatının, yazma tutkusunun, baba olmanın anlam katmanlarında gezinir. İki farklı zaman, iki farklı arayış… Ve Lizbon… Yine o tanıdık ama her seferinde yeni bir yüzünü gösteren şehir… Bir kaçışın, bir arayışın, belki de bir tür içsel yüzleşmenin mekânı… Muñoz Molina, bir katilin zihninin en karanlık kıvrımlarına sızmaya çalışırken bizi de adalet, ırkçılık ve tarihin bireyler üzerindeki o ağır, o şekillendirici etkisi üzerine düşünmeye sevk eder. Geçmiş, gerçekten de bir gölge gibi uzayıp gider mi hiç bitmeden?
Kaleminden Dökülen İlk Büyü: "Ne Mutlu" ve Bir Yazarın Edebiyatla Yoğruluşu
Her yazarın edebî yolculuğunda sesini, temel dertlerini ve anlatı evreninin anahtarlarını taşıyan kurucu metinler vardır. Antonio Muñoz Molina için “Ne Mutlu” (Türk okurun ilk olarak 1999’da tanıştığı ve Sia Kitap sayesinde 2024’te yeniden buluştuğu roman) tam da böyle bir eserdir. 1986’da İspanya’da yayımlandığında, Muñoz Molina’nın adını genç bir usta olarak edebiyat sahnesine taşıyan bu ilk roman, yazarın daha sonraki pek çok eserinde derinleştireceği izleklerin o taze ve güçlü tohumlarını barındırır. Roman bizi İspanya İç Savaşı’nın ve Franco diktatörlüğünün gölgelerinin henüz tam olarak dağılmadığı bir döneme, bir arayışın ve bir keşfin hikâyesine götürür. Genç bir araştırmacının, adı sanı unutulmuş ve gizemli bir şairin, Jacinto Solana’nın izini sürdüğü bu anlatı, aslında Muñoz Molina’nın en sevdiği temalardan birine yani geçmişin nasıl inşa edildiğine, belleğin ne denli aldatıcı olabileceğine ve hakikat ile kurgunun o incecik sınır çizgisine yapılmış edebî bir yolculuktur. “Ne Mutlu”, sadece kayıp bir şairin peşinden gitmez; aynı zamanda bir dönemin ruhunu, entelektüelin sorumluluğunu ve edebiyatın bizzat kendisini bir soruşturma alanı olarak ele alır. Muñoz Molina daha ilk romanından itibaren kelimelerin gücüne olan inancını, tarihin karanlık dehlizlerinde hakikati arama tutkusunu ve insanın o karmaşık iç dünyasını anlama çabasını ortaya koyar. Bu eserin yıllar sonra yeniden Türkçede hayat bulması, onun zamanı aşan değerinin kanıtı gibidir.
***
Antonio Muñoz Molina’nın dünyasında gezinmek, biraz da kendi belleğimizin dehlizlerinde yol almaktır. Kelimeleriyle sadece hikâyeler örmez kendisi; aynı zamanda unuttuğumuzu sandığımız duyguları canlandırır, sessizliğe itilmiş çığlıklara ses verir ve tarihin üzerimize yıktığı o ağır yüklerle yüzleşmemiz için bize cesaret aşılar. Her eseri zihnimizi olduğu kadar ruhumuzu da besleyen, bizi daha dikkatli bakmaya, daha derinden hissetmeye ve belki de daha adil olmaya çağıran birer davetiyedir. Onun satırlarında kaybolmak, zamanın ve belleğin o büyülü labirentlerinde insanın en çıplak, en sahici hâliyle karşılaşmaktır.