BABAMIN ABİSİ

Aslında hiç sevmezdi babamı. Ne de bizi. Fakat sık sık görüşürdük. Eşiyle bize gelirlerdi hep. Oysa evlerinin yerini bile bilmezdim ben. Hem patronu hem de özbeöz abisiydi babamın. Koşulsuzca güveniyordu abisine. Sıradan bir işçiden fazlası değildi fabrikada, yine de dört elle sarılarak yapıyordu tüm işlerini. Beli git gide iki büklüm mü oluyormuş, önemli değildi, abisi uzuyor mu, tamam, daha da heybetli mi oluyor, yüzüne daha bir renk mi geliyor, artık babamdan mutlusu yoktu. 

Ben de sevmezdim. Ne eşini ne kendisini. Çocuktum. Aslında sevmek istiyordum. Onlara sevme dürtüsüyle her baktığımda sebebini anlayamadığım bir nefret görüyordum gözlerinde. Aynı nefreti bir keresinde anne ve babama bakarlarken de görmüştüm, çok küçük bir andı ama görmüştüm işte. Demek ki bir insanın anne babası sevilmezse kendisi hiç sevilmezdi. 

Peki, neden onlarla hâlâ görüşüyorduk? Çocuk aklım bir türlü ermiyordu. İstemiyordum gelmelerini, geldiklerinde evimizi kaplayan o zengin kokusunu. Anneme söyledim, beni hesaba almadı. Doğru ya, çocuktum sadece. Çocuk sözüyle ayağa kalkıldığı nerede görülmüştü!

Ama kin uzun zaman insanın içinde saklanamazdı ya, mutlaka eylemlere yansıyacaktı. Çok saçma değil miydi? Biz küçük insanlardık, kendi hâlinde, babamın tabiriyle, sadece işinde gücünde. Onlar neredeyse şehrin tamamına sahiplerdi. 

Tamam, zaten bizim gibi kendi yağında kavrulan insanlarla, kan bağı var diye, görüşmeleri en baştan yanlıştı. Ama sırf görüşmemek için bir kardeş, tazminat bile ödemeden işten de kovulmazdı ki! Ortada kalakalmıştık, oturduğumuz ev de onlarındı, biz kiracılarıydık. Gerçi çıkın falan dememişlerdi, parasını verdikten sonra istediğimiz kadar otururduk, kime neydi, ancak babam gururlu adamdı, daha kovulduğunun gecesi apar topar topladılar eşyaları. Zaten öyle çok bir şeyimiz yoktu. Nuh devrinden kalma şeyler; bozuldu bozulacak bir tüplü televizyon, bir kanepe, birkaç yer döşeği, bir halı.

İyi de nereye gidecektik… Sormaya korkuyordum. Toplanmış, paketlenmiş eşyalar arasında oturuyordu babam. Yüzünde mahrem bir üzüntünün açık seçik izleri vardı. Bir filmde görmüştüm. Daha dün gece. Adamın saçı geceden sabaha ağarmıştı kederden. Babamda o adamı görüyordum. Ya sabah kalktığımda onu eskisi gibi bulamasaydım! Olduğum yerde duramıyordum, gözüme uyku girmiyordu. 

Çok defa gururunu ayaklar altına almıştı, bizim için, işini kaybetmesin diye. Kaç defa herkesin önünde bana bile saçma gelen bir sebepten azarlanmıştı. Abisinin böyle zamanlarda yüzüne patron maskesini taktığını söylüyordu. Hoş, ben bir kez bile bu maskeyi çıkardığını görmemiştim ya!

Annem duvara dayadığı halının dibine çökmüş, için için ağlıyordu. Oysa her şeyin en güzelini hak ediyordu. Gülmeyi. Yürek dolusu kahkahalar atmayı. Büyüyünce hep güldürecektim onu, orası ayrı, ama mesele şimdiydi. Kalktım, parmaklarımın üstünde yükselip ışıkları kapattım. Her şey kararsın, hiçbir şey görmeyeyim istiyordum. Çok şaşırmış olmalıydı. Ağlamayı kesip karanlıktan korktuğumu ima ederek ışığı açmamı söyledi. Dinlemedim. Henüz kaybolmamışken eşyaların gölgeleri, yatağıma uzanıp yorganı tepeme çektim. Gözlerimi sımsıkı kapatıp her gece yaptığım gibi dualar ettim.

Sabah ilk iş yanına gittim. Yatağında yoktu ama yastığı henüz ıslaktı, fazla uzaklaşmış olamazdı. Evet, mutfaktaydı. Bir ayağı diğerinin altında, sandalyede oturmuş, ağzında bir dal sigara. Yakmamış, öylece sarkıyor dudaklarının arasından. Gözleri şişmiş, gerek ağlamaktan gerek uykusuzluktan. Rahatsız etmeden yatağıma döndüm, annemi öyle görmek istemiyordum. Babamın döşeği de kaldırılmıştı çoktan. İşi de yokken bu kadar erken nereye gitmiş olabilirdi? 

Bekle bekle… Annemden ses seda çıkmıyor. Çok acıkmıştım, kendimi suçlu hissediyordum. Bunca dertlerinin arasında utanmadan acıkıyordum ya bana yazıklar olsun. Yine de dayanamadım. Acıktım diyemezdim fakat mutfağa girip şöyle bir etrafa bakınıp gözüne görünürsem zaten hemencecik anlardı. 

Aynı vaziyette oturuyordu, sanki aradan saatler geçmemiş gibiydi. Gözünün önünden geçtim, bakmadı. Ne oluyor ya!  Düşünmek istemiyorum şu anda ne olduğunu. Yemek de önemli değil, ama annem... Açık gözleri, sanki tek bir noktada donmuş gibi. Dolaplardan birini açıp seslice kapattım. Uykudan uyanmış gibi irkildi. Rahatladım. 

Dünden kalan yemeği ısıtmadan önüme koydu. Soğukken tadı çok kötü geliyordu, içindeki yağ donmuştu. Bir şey demedim. Az önce, yemek önemli değil diyordum, ama açlık yine bastırmaya başladı. Ekmeğin içine koyup hızlı hızlı yedim. Böyle yapınca tadı fazla gelmiyordu. Olsun, yarısını yedim bile. Bitirince canım çizgi film izlemek istedi. Nasıl izleyeceğim? Televizyon yok ki ortada, kutulayıp bir köşeye atmışlar. Bari oyuncaklarımı çıkarıp oynayayım. Aksi gibi, onlar da kutunun içinde, en altta kalmışlar. 

İçimden ağlamak geliyordu ama ağlarsam sesim mutfağa giderdi. Annem duyardı. Onu bir de ben üzemezdim. Sessizce köşeme çekildim. Evet, kendi köşeme. Okuldaki çocukların evlerinde kendilerine ait odaları varmış, benim yoktu. Zaten bizim evde oda yoktu. Kapıyı açtığımız gibi karşımıza çıkan yerde oturuyorduk. Annemle babam da bana evin en güzel köşesini vermişlerdi. Pencerenin olduğu tarafta bir alan benimdi. Oraya tüm oyuncaklarımı ve kitaplarımı yerleştirmiştik. Televizyonu en iyi gören yer de orasıydı. 

Akşam, babam geldi. Dün geceki adamdan eser yok gibiydi. Saçlarını mutlu olduğu zamanlarda yaptığı gibi arkaya doğru taramıştı. Annem de fark etmiş olmalı, sebebini sordu. Hiçbir şey demedi, yapmacık bir üzüntü gösterdi. Yarın sabah taşınacaktık, araba gelecekti. O büyük nakliye kamyonları gibi miydi yani? Annem güldü, gülüşünde kendi hâlimizle alay vardı. Bizim eşyaları el arabası bile taşırdı. Babam sarılmaya yeltendi, yüz vermedi. 

Hava ağarıp da araba kapımızın önünde belirince gözlerimize inanamadık. Ben ancak filmlerde görmüştüm böyle arabaları. Annem birkaç soru sordu, babam geçiştirdi. İçinde eğreti duruyor gibiydik. Kendimi okuldaki zengin çocuklar gibi hissediyordum, içim kıpır kıpırdı. Yeni evimize vardığımızda şaşkınlığım daha da arttı. Çocukluğumdan kalma bir koku genzimi yakıyordu, aynı kokuyu arabada da almıştım sanki. Bu evde mi yaşayacaktık yani? Annem de benim gibi şaşkın ve de ürkekti. Babam ise kendinden emin görünüyordu. Birkaç parça eşyayı taşıdık içeri. Saçmaydı, ev zaten dayalı döşeliydi. Babam, elimden tuttuğu gibi beni küçük bir odaya götürdü. Her duvarda bir süper kahraman vardı ama benim süper kahramanım elimden tutuyordu. 

Çok geçmeden yeni salonumuzda toplandık. Annem, babamı iyi bir sorguya çekti. Pek bir şey anlayamamıştım söylediklerinden. Tek anladığım, eski tanıdıklarından birine rast gelmiş, durumunu anlatmış, tanıdığı da ona kendi fabrikasında iş teklif etmiş. Annem, babamın çok şanslı olduğunu söyledi. Babam, bu şansı bana ithaf etti. Ben de geçen gün okula giderken önümden geçen beyaz kediye. 

Daha bir yıl bile geçmeden babam, fabrikada iyi maaşlı bir konuma yükselmişti. Ara ara hayıflandığını duyardım. Kendi kanı yıllarca onu köle gibi çalıştırmış, emeğini sömürmüş ama bir milim ilerlemesine izin vermemişti. Şöyle bir tanıdığı kişi, onu fabrikasında nerelere taşımıştı. Bazı zenginler böyleydi işte, sadece yükselmek istemekle kalmıyor, çevresindekilerin yükselmemesi için de ellerinden geleni yapıyorlardı. 

Bir sabah okula giderken gördüm. Bana doğru geliyordu, ne yapsam, nasıl etsem, yolumu mu değiştirsem, olmaz, görmüştü bir kere, babamın abisiydi sonuçta. Böyle anlar için sakladığım bir gülümsemem vardı cebimde, yüzüme yerleştirip yanına gitmeye karar verdim. Elini havaya kaldırdı. El mi sallıyordu bana? Daha bir gülümseyip adımlarımı sıklaştırdım, yüz ifadesi öyle el sallıyor gibi değildi, zaten sallamıyordu da, eli havada sabitti. Ancak birkaç saniye sonra yolunu benim aksimde değiştirince anlayabildim, meğer bana durmamı, yanına gitmememi anlatmaya çalışıyormuş. Ağıt boğazıma çöktü, ağlayamadım. Yüzümde katılaşmış gülümsememle, öylece bakakaldım.

Liseye başlayana kadar adlarını bile duymadım desem yeridir. Sonra nedense bizimkiler onlarla yeniden görüşmeye başladılar. Hem de hiçbir şey olmamış gibi. Bunu kabullenemiyordum. Onca şeyden sonra… Kararımı vermiştim, elimi yıkamıştım onlardan. Geldiklerinde saat kaça kadar otururlarsa otursunlar eve gitmiyordum. Artık onlar da evlerine çağırıyorlardı. O zaman da annemle babamın çıkıp gitmesini bekliyor, öyle giriyordum eve. 

Bu durum, evde bana karşı seslerin yükselmesine yol açıyordu ama umurumda değildi. Yaptıklarını unutacak değildim. Onlar çoktan unutmuşa benziyorlardı, evet, sanki onca şey yaşanmamış gibi! Bu, biraz ikiyüzlülük değil miydi? Aman, yetişkin insanlardı, istedikleri kadar görüşsünler, yeter ki beni bulaştırmasınlardı. 

Öyle olmadı tabii, tatil günümde, mutfakta, su ısıtıcısının fokurdamaları eşliğinde ne güzel şarkı mırıldanıyordum ki kapı çaldı. Merdivenlerin yıkanma günüydü, ayakkabıları içeri alın diyeceklerdi herhâlde. Annemle aynı anda vardık kapıya. Açtık, onlardı. Annem şaşırmamış gibiydi. Belli ki geleceklerinden haberi vardı. Bozuntuya vermedim. Gayet ılımlı karşıladım, selamlaştım, hâllerini hatırlarını sordum, hatta birkaç kelimelik de olsa sohbet bile ettim. Ne yapsaydım, evime gelmiş insanları kovmaktan beter mi etseydim! O an bana yakışacağını düşündüğüm şeyleri yaptım. Samimi miydim, dıştan belki evet, ama içimden... Her sözüm öyle ortamlarda söylenen klişe sözlerden ibaretti. Yüreğimden kattığım hiçbir kelime yoktu. 

Peki, onlar samimi miydi? Bence hayır, hâlâ bana küçükken baktıkları yüzlerini görüyordum. Tek fark, bu sefer ben de onları sevmek istemiyordum. Nefret de etmiyordum. Onlara karşı iyi ya da kötü hiçbir duygu beslemiyordum. Benim hakkımdaki görüşlerinin de hiçbir önemi yoktu, merak etmiyordum. Tanrı misafiriydiler işte, yemekler yendi, kahveler, çaylar içildi, sohbetler edildi. Ve kalkma vakti geldi, yolculamak için kapıya kadar eşlik ettim. Kapının önünde, ayakta, neredeyse içerideki kadar sohbet edeceklerdi. Sıkılmıştım artık, bir an evvel gitsinler istiyordum. Neyse ki ayakkabılarını giydiler, vedalaşıyorlardı. Bana döndü. Babamın abisi. Yüzüme çok acayip bir şekilde baktı. Nasıl tarif etsem… Daha önce böyle baktığını görmemiştim. Tanımlayamadığım bir bakıştı bu. Yüreğimde bir titreme oluşturmadı ama karşımdaki adam titriyordu. Ellerini havaya kaldırdı, birkaç saniye öyle durdu. Ne yapmak istediğini anlayamadım. Kendine çekti beni, ilk defa, sarıldı. 

İyi de neden? Sebebi neydi? Neden onu hiç aramadığımı sordu. Ne saçma soruydu bu! Yüzüme sinen anlamsızlığı hissediyordum. Çok hastaymış. İki kere riskli operasyon geçirmiş, bir kere bile arayıp sormamışım. 

Anneme baktım, yüzündeki ifadeden bir anlam çıkaramadım. Babama döndüm, üzgün gibiydi. Tekrar abisine baktım, bu defa epeyce solmuş göründü gözüme. O eski koku yerine hastalığın kesif kokusu yayıldı ciğerlerime. Geçen yıllardan bu yana değişen buymuş demek. Avurtları içine çökmüş, bir deri bir kemik kalmıştı, gür saçları da sanki biraz seyrelmişti. Bir şey diyemedim. Neden bilmiyorum ama içimden geldi, kendisi kollarını ayırdığı hâlde bu sefer de ben ona sarıldım, tek kelime etmedim, yüzüne bakmadım, sadece sarıldım, sonra gittiler.

Kapıyı arkalarından kapattığım anda hayatıma kaldığım yerden devam ettim. Yine ders çalıştım, yine kızlarla günümü gün ettim, sevdim, seviştim, gezdim tozdum, üniversite sınavına girdim, kazandım, tercihlerimi yapıp başka bir şehre gittim, yıllarca telefonda öyle bir adlarının geçmesi dışında aklıma bile gelmediler. Sadece bir kere, babam laf arasında doktor doktor dolaştığını söyledi. Üç saniye üzerinde durup tekrar projelerden, derslerden söz etmeye devam ettim. Kötü bir ihtimal hiç gelmedi aklıma. Babamdan sadece birkaç yaş büyüktü, ne kadar hasta olsa da ölüm, üzerine bir beden büyük gelirdi. 

O kadar çok dalmıştım ki günlük hayatın hayhuyuna, elime geçmedi birkaç gün annemleri aramak. Onlardan da haber yoktu. Aradım kaç defa, ne cevap verdiler ne döndüler. Olacak şey değildi, bir gün aramasam ikinci günü bana dar eden annem telefonlarıma dönmüyordu. Endişelenmeye başlamıştım ki liseden bir arkadaşım aradı, baş sağlığı dilemek için. Bir demlik çay suyu kafamdan aşağı döküldü. Annem… Değil. Babam… Hayır. O. Ölmüş. Sevmediğimi bildikleri için bana söyleme gereği bile duymamışlar. Ölmüş. Belki de sevineceğimi düşündüler. Ameliyata girmiş, çıkamamış. Ölmüş. Bir kere daha mı sarılsaydım, bir kelime etseydim, gözümün önüne gelseydi yüzü, bir kez bakıp sonra bir kere daha sarılsaydım. 

Yoldayız. Yürüyoruz, salıncağa binmek istiyorum, vaktimiz yok, diyor. Kocaman alıyor beni kucağına. Öpüyor. Gel, bak diyor. Elimden tuttuğu gibi karşımızdaki oyuncakçıya götürüyor. Seç diyor, ne istersen alacağım. Ne güzel duruyor köşede. Masmavi. Kumandalı araba. Hemen uzanıp almaya çabalıyorum. Tam kavrayamıyorum. Yardım ediyor. Parasını ödeyip mutluluk dolu poşeti parmağıma asıyor. Eğilip sarılıyor, kocaman öpüyor. Aman, diyor yanaklarımı sıkarak, kimseye söyleme tamam mı benim aldığımı? Özellikle de yengene. Tamam diyorum, ne dediğini anlayamıyorum. Evimize giden yol burası. Birden elimi bırakıyor. Adımları yavaşlıyor. Karşıdan gelen yengem değil mi? Sanki biraz öfkeli, hızlı hızlı yürüyor. Elimden çekiyor poşeti. Söyleniyor. Onu da anlayamıyorum, neden olmasın ki? Parmağımı hissetmiyorum yerinde. Gözlerim çöpün en üstünde duran arabamda. Mavisi solmuş, kapkara.

Ama… Ölmüş. Babamın abisi. Amcam.

 

SİNAN CUMART