ADINA ŞİİRLER YAZILAN ŞAİR: SAİT FAİK

Bazı yazarlar, birden fazla türde eser vermelerine rağmen neden sadece biriyle ön plana çıkmışlar da diğerleri gölgede kalmış? Neden bir türde yazdıkları çok okunurken diğer türlerde yazmış olduğundan bile habersiz olunabiliyor? Bunun merak edilesi, irdelenesi, üzerine konuşulası bir mesele olduğunu düşünüyorum. Çoğu zaman kendi başıma… Ama fırsatını bulunca düşüncelerimi arkadaşlarımla paylaşmayı ve fikirlerini almayı da ihmal etmem. Geçenlerde Yeni Türk Edebiyatı alanında yüksek lisans yapan bir arkadaşla oturmuş bir şeyler içerken sohbet konumuz günlük meselelerden, birazcık siyasetten ve genel gidişattan nihayet edebiyata evrildi. Ben de, fırsat bu fırsat, buram buram yaşam kokan öykülerini büyük bir dikkatle okuduğum Sait Faik’in şiirlerinden sözü açtım. Onun da alanı olduğu için uzun uzun konuşacağımızı umuyordum. Arkadaşımın yüzünde peyda olan şaşkınlığa ne kadar şaşırdığımı tahmin edersiniz. Bildiğimiz Sait Faik miymiş? Şu “öykücü” olan? Romanlarını da okumamıştı ama en azından adlarını ve konularını biliyordu, bu da bir şeydi. Şiirlerinden ise büsbütün habersizdi. O da çoğu kimse gibi sadece bir yönüyle tanıyordu onu. Çeşitli konularda yazdığı yazıları, mektupları ve röportajları da onun edebî portresini bütünüyle görmek için elzem olsa da ben doğruca şiirlerinden daha ayrıntılı bahsetmeye başladım. Ve kafama takılan soruları döktüm masaya. Önce durup şöyle bir süzdü beni. Sanki şimdi bunun zamanı mı, der gibiydi. Zaten tüm günümüz bunlarla geçiyordu. Aklıma kendisini günde yirmi dört saat edebiyatçı olarak niteleyen meşhur denemeci geldi. Edebiyatın günü saati mi olurdu, iki edebiyatçı için bundan daha mühim bir mesele olabilir miydi? Elindeki telefonu bırakıp bana odaklandı. Ona göre cevap gayet basitti, ortada öyle durup üzerine düşünülecek bir mesele yoktu. Demek ki o türde daha iyi yazıyordu, demek ki onlar daha çok beğenilip daha çok satıyordu. İyi olanın daha çok okunmasından doğal ne olabilirdi? Haklıydı belki de… Ama… Bilemiyordum. Peki… Neden yayımladığı her öykü kitabıyla ses getiriyor olmasına rağmen şiir yazma Sait Faik’te, Sabahattin Ali’de olduğu gibi geçici bir heves olarak kalmamış, hayatının sonuna kadar şiir yazmaktan vazgeçmemişti? Sorum havada asılı kaldı. Kahvemden yükselen sert kokuya arkadaşımın aynı tondaki bakışları karışıyordu. Belli ki uzatmak istemiyordu. Ne zaman bir şeyi yapmak istemese böyle bakardı çünkü. Yine de pes etmeye niyetim yoktu. Artık ondan fazla bir cevap alamayacağımı anlasam da beni dinleyeceğini bilmenin rahatlığıyla konuşmaya devam ettim.

Şiir, Sait Faik’te öyle yabana atılacak bir tür olmamalıydı. Çünkü o, edebiyata henüz lise sıralarındayken yazdığı şiirlerle atılmış, daha sonra öykü yazmaya koyulmuştu.

Hammal şiiri geliverdi aklıma. İlk edebî ürünlerinden sayılan bu şiiri, 21 Ocak 1932 tarihinde Mektep dergisinde neşretmişti. Bu, onun bir dergide yayımlanan ilk şiiriydi. Önümde bilgisayar duruyordu, notlarımdan okudum ona:

 

Ensesine sokulu

Kamburunu kaşıdı.

Şu koskoca bavulu

Beş kuruşa taşıdı.

 ...

Yol yakın, yolcu ırak,

Yola bak, yolcuya bak.

İstersen yolda bırak

Şu koskoca bavulu.

 

Şiir derken kastedilenin bu olduğuna emin değildi. Evet ama hece vezniyle yazılmış, üç dörtlükten oluşan bu şiir, fazla bir sanat değeri taşımasa da, daha adıyla onun ilerideki öykü tarzıyla ilgili ipuçları veriyor bize. İlkin bu şiirde konu edindiği küçük, sıradan insanı daha sonra yazacağı çoğu öyküsünün merkezine yerleştirecektir Sait Faik ve Medar-ı Maişet Motoru romanında da bu insanlar, bize hikâyenin içinden göz kırpar. Önce toplumcu gerçekçi çizgide onların toplumla olan çatışmalarını işleyen yazar, daha sonra büyük şehirdeki günlük sıkıntıları üzerinde durarak o zamana kadar ihmal edilmiş olan hamala, hallaca, kayıkçıya, balıkçıya, boyacıya, işçiye... öykülerinde geniş yer ayırır.

Şiirleri sebebiyle çokça eleştirilmiştir Sait Faik. Bu eleştiriler, onun şiirleriyle öyküleri arasındaki bağın sadece kişi kadrosu yönünden olmadığını göstermesi bakımından önemli. Tek şiir kitabı olan ve içerisinde on yedi şiiri bulunan Şimdi Sevişme Vakti’ni 1953 yılında yayımladığında şiirleri, öykülerini andırdığı için dört bir yandan itirazlarla kuşatılır ve ahenksiz olmakla suçlanır. Aynı şekilde öykülerindeki şiirsel dil sebebiyle de yeriliyordur. Sait Faik’in geri adım atmak gibi bir niyeti yoktur; o, ne şiirden ne de öyküden vazgeçecektir:

 

“Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz." der eleştirilere cevap verirken. "Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ben ne bir hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.”

 

Ancak onu savunanlar da yok değildir. Mehmet Kaplan, onun şiirlerindeki hikâye tadının sıfatları bolca kullanan üslubundan kaynaklandığını söyler ve onu canlı bir ortam tasvir ve tavsif etmesi yönüyle Orhan Veli ve Cahit Sıtkı'ya benzetir… Telefonu tekrar aldı eline. Demek ki iyiden iyiye sıkıcı olmaya başladım. Ama aşka gelmiştim bir kere, beni susturmak için bundan fazlası gerekirdi, devam ettim… Gerçekten de onun kimi şiirleri nükteli, kısa oluşlarıyla Orhan Veli esintileri taşıyor. Ancak şiirlerinin büyük bir çoğunluğu bir öyküden alınmışçasına hikâye unsurları ihtiva eden uzun soluklu şiirlerdir. Şiirlerini okurken her defasında öykülerine gider aklım. Bunun sebebini, Kaplan’ın da ifade ettiği üzere, sıfatları çokça kullanmasında aramak gerekiyor. Çünkü o, çevresinde gözlemlediği hemen her varlığı, adeta benzerlerinden ayırıcı bir yönüyle öne çıkarmak istermiş gibi niteler. Bu yüzden öykülerinin şiirdeki kalıntıları olarak sıfat tamlamalarına rastlamak işten bile değildir.

Sait Faik’in şairliği ve öykücülüğü aynı anda yol alır, içindeki yazma isteğini kimi zaman şiir kimi zaman da öykü olarak döker kâğıda. Ama hangi türde kalem oynatırsa oynatsın, varlıklara bakış açısı aynıdır. Örneğin, Dülger Balığının Ölümü öyküsü… En sevdiği öykülerden biri olduğu için telefonun arkasından göz ucuyla baktı bana. Fark etmemiş gibi yaptım, gözüm ekranda, parmaklarım klavyedeydi… Bu öyküde dülger balığı, “görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratık” olarak niteleniyor. Aynı dülger balığı, Söz Açınca şiirinde yine karşımıza çıkar ve yine “canavar görünüşlü” ve yine bir o kadar da “uysal” olarak.

Ay Işığı öyküsü ile Bizim İskele şiiri arasındaki benzerlik de dikkat çekici. Öyküde “balıkçı”, “rıhtım” ve “zehirli midye” üzerine konuşulur:

 

“Bizim köyün rıhtım yollarını lodos altüst etmiştir. Bizim köyün iskele enkazında üstleri ziftli büyük midyeleri, zehirlenmek korkusu olmayan insanlar toplar, yerler. Kimse zehirlenmez. Kimisi Allah, kimisi Panaiya koruyor” der. Balıkçılarsa “Midyeler zehirsizdir; zehirli olan bizim midelerimizdir” derler.


 

Şiirde de aynı konulardan bahsedilir:

 

Lodos gelmek üzere, hava bozmak

                                            niyetindedir.

 Eski iskelenin demir aksamındaki zehirli

                                    midyeden yiyenlere

 Hiçbir şey olmadı.

 Büyük balıkçının -büyük sihirbaz gibi-

                              çok yemek şartıyla

 Yemesine müsaade ettiği günden beri

 Sıska çocuklar çelikli ve zehirli midye

                                                    yiyorlar

Ve hiçbir şey olmuyor.

Bir başka balıkçı: Zehir midyede değil

                                       midededir, dedi.

Mideleri ve bünyeleri zehirsiz insanlar

          220 ekmek çıkaran fırının önünde

                                                bekliyorlar

          Taze ekmeklerle midyeleri külün

                                 üstünde hafif pişirip

           Yemeye hazırlanıyorlar.

 Akşam ne güzeldir bizim iskelede

           Balık çıkmadığı, lodos esmediği gün

 Midyenin zehirlisinden korkmayanlar için

 

Öykü ve şiir birlikte okunduğunda aralarındaki ilişki hemen göze çarpar, her iki eserin üzerinden de sanki aynı “lodos” esiyor gibidir.

Tüm bunlardan ötürü onda hem şairliği hem de öykücülüğü aynı anda düşünmek gerekiyor. Ömrünün sonuna kadar şiir yazmayı sürdürmüş, hatta ölümünden sonra da elde kalan şiirleri çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmaya devam etmiştir. Öykülerinin hem nicelik hem de nitelik açısından ağır basması onun öykücü olarak anılmasına neden olsa da bunların birbirine görünmez bağlarla bağlı olduğu gözden ırak tutulmamalı. Her iki türde de gösterdiği başarıyla o, çoktan hafızalarda kazınmaz bir yer edindi. Yazarlık mesleğini böyle büyük bir başarıyla icra etmesine rağmen, maalesef, pasaportundaki mesleği hanesine “mesleksiz ve sıfatsız” kaydının düşülmesine o kadar içerlemiş ki, yakın arkadaşı Sabri Esat Siyavuşgil’in aktardığına göre, 1953’te Amerika’daki Mark Twain Cemiyeti’ne üye seçildiği haberi bile teselli etmeye yetmemiş onu.

1954’te vefat etmesinin ardından Türk edebiyatında pek rastlanmayan bir şekilde Ziya Osman Saba, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sabahattin Kudret Aksal, Behçet Necatigil, Bedri Rahmi Eyuboğlu, İlhan Berk, Turgut Uyar, Özker Yaşın gibi şairler, onun için şiirler kaleme almışlar.

Ölümünden beş gün sonra, 16 Mayıs'ta, Behçet Necatigil’in Anlamak adlı şiiri Vatan gazetesinin sanat sayfasında çıkar:

 

Kompozisyon yazıyordu sınıf,

Başlık: Anlamak.

Anlamak uzakken yakın

Kurumuş topraklara, anlamak,

Boşalışı sağnağın.

Anlamak görmekti süregelen gizliyi.

Doğdu Adapazarı’nda görmiye

İnsan ilk girdiği koskoca bir sarayda

Nasıl şaşırır birden

Anlamak şaşırmaktır, darken geniş

Bursa Lise’sini bitirdi, İstanbul

Fransa’ya gidiş dönüş.

Anlamak açılışı kapının

Dilsiz ve karanlık konakta

Anlamak hikâyelerinde İstanbul

Uzun, kısa.

Derken durdu, 1954

Elleri kesilmiş.

Anlamak birden durmaktır:

Gökyüzü daha geniş…

Başın öne düşmesi,

Anlamak boyun eğiş.

 

15 Mayıs 1955’te yine aynı gazetenin aynı sayfasında, bu sefer de Fazıl Hüsnü Dağlarca, ona bir Ağıt yakar:

 

Ölmüş Sait

Deniz mavisinden erken

Bunca sevgiden sonra

Ölmüş annesini öperken,

 

Ölmüş, eli ayağı uzak

Camların üstü buğu.

Ölmüş, çocuklar izin vermeden

Yüzünde sarışın çocukluğu

 

Yıldızlar gitmez, gün doğmaz,

Ölmüş, korkunç uykusu yerde,

Ölmüş hayal meyal

Üşür balıklar hikâyelerde

 

Ölmüş,

Ağaç bir, gölgesi iki.

Ama neden ölmüş,

Ölmek yaşamaktan iyi mi ki.

 

Bu iki şiir beni çok etkiledi, tıpkı yazıldığı kişinin eserleri gibi. Ben öyle kolay beğenmem okuduğum metinleri. Bu yüzden, eli kalem tutan herkesin yazabileceğine inanmakla birlikte, sırf eli kalem tutuyor diye yazması edebî duyarlığımı zedeler. Hele de söz konusu şiir ise… Hele de şu günlerde… Ama Sait Faik’i bunlarla bir tuttuğum sanılmasın, sakın. Ben onu apayrı bir yere konumlandırırım. Bazı hataları bile gözüme edebî görünür. Duru ve temiz dili, gündelik yaşamları içindeki sıradan insanları olağanüstü gözlem gücüyle anlatışı ve kendine has tarzıyla oluşturduğu, kendi adıyla anılan, içinde “yazar ben”in de gerek gözlemci gerek aktif olarak bulunduğu, nerede gerçek nerede kurmaca olduğu kestirilemeyen öykü ve şiirleriyle Türk edebiyatının, benim edebiyatımın, baş köşesinde kendine yer bulmuş bir isim Sait Faik. Ben bu adamı hep okurum, hep konuşur, hep yazarım.

Hep, deyince geldi karşımdaki aklıma. Kendimi o kadar kaptırmıştım ki bir an varlığından sıyrılmışım. Kafamı bilgisayardan kaldırıp baktığımda onu iki eli çenesinde bana bakarken gördüm. Telefonu aradı gözlerim, masadaydı yine. Biraz da Mahkeme Kapısı’ndaki röportajlarından, türe katkılarından bahsedecektim, vazgeçtim, bu anı bozmak istemiyordum…

Birkaç gün sonra yine aynı yerde buluşacaktık. Ben bir yazıyı yetiştirebilmek için biraz gecikmiştim. Vardığımda o, çoktan gelmiş, elindeki bir kitaba kendini kaptırmıştı. Biraz daha yaklaşınca Şimdi Sevişme Vakti olduğunu fark ettim. Geçen gün ben konuşurken onun telefondan bu kitabı ısmarlıyor olduğunu ise daha sonra öğrenecektim.

 

 

KAYNAKÇA

M. Fatih Andı; “Sait Faik Abasıyanık’ın Şiirleri”, İlmî Araştırmalar, Sayı 19, 2005.

Emel Aydın; “Orhan Veli’nin Şiirlerinde Öykü İzleri, Sait Faik’in Öykülerinde Şiir İzleri”, T.C. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2011.

Yakup Çelik; "Sait Faik Abasıyanık", Ahmet Yesevi Üniversitesi Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü. (http://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/sait-faik-abasiyanik)

Gülnaz Çetinoğlu; “Sait Faik Abasıyanık’ın Hikâyelerinde Mekân”, T.C. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 1997.

İnci Enginün; Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh Yayınları, İstanbul 2013.

Orhan Okay; “Sait Faik Abasıyanık", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 35, S. 583-584, TDV Yayınları, İstanbul 2008.

 

 

 

                                                                                                                                                                                                        SİNAN CUMART

SATIR DERGİSİ

PAZAR-LIK ARAŞTIRMA: 21.08.2022