-1-
Sanki derinlerde bir yerlerden siren sesleri geliyor kulaklarıma. Tüm gücümle gözlerimi aralamaya çalışıyorum. Araladığımda ise bir sis perdesinin ötesine geçemiyorum. Ne kadar kırpsam da göz kapaklarımı sis dağılmıyor, arada bir azalır gibi oluyor o kadar. Kırmızı ipe benzeyen bir şeyi, hızlı hızlı, öfke ile çekiştiren birinin elleri, sislerin arasında hayal gibi bir belirip bir kayboluyor. Ne olabilir elindeki? Kim bu karşımdaki? Neredeyim? Ağır ağır siren seslerinin içine doğru çekildiğimi hissediyorum. Gittikçe uyku bastırıyor göz kapaklarıma.
Zamanın içinde kaybolmuş gibi bambaşka bir günün içinde buluyorum kendimi. Burnuma baskın bir kahve kokusu geliyor. Kulaklarımın içinde sinir edici hışırtılar duyuyorum. Gözlerimi açıyorum ama etrafta kimse yok. Oda ileri doğru uzayarak, kapının olduğu yere doğru daralıp incelen bir şişe figürü gibi ve şişenin en dibinde ben yatıyorum sanki.
Kapının ardındaki koridordan çılgınca bağrışlar, telaşlı ayak sesleri geliyor. Bir hastane yatağında olduğumu anlıyorum. Vücudumu oynatmak istiyorum, ellerimi ayaklarımı kımıldatamıyorum. Sonra birden, el ve ayak bileklerimin üzerine oturmuş dev kırmızı örümcekler görüyorum. Dehşete kapılıyorum. Tam bağıracakken fark ediyorum, bunlar sadece kalın, kırmızı ipler. Yatağa bağlanmış olduğumu anlıyorum.
İfadesiz bir yüzle annem giriyor içeri. Gözlerini benden kaçırarak, “Birazdan seni aşağıya götürecekler.” diyor. Yoğun bir kaygı tüm benliğimi sarıyor. İçimde bir çığlık büyüyor ama sesim çıkmıyor. "Anne, bırakma noluur, nereye gönderiyorsun beni?"
Ardından beyaz önlükleri ve yaka kartlarıyla iki adam giriyor odaya. Benim yüzüme bile bakmadan, annemle karşılıklı başlarını sallayarak selamlaşıyorlar. Adamlardan kel kafalı ve iri yarı olanı koluma iğne yaparken, devamını getiremediğim cılız bir ses çıkarıyorum. “Neler oluyor?” diyecek olduğumda, annem parmağını dudağına götürerek “Sus” işareti yapıyor. Diğer adamın yüzüne bakıyorum, hiç değilse ondan bir medet umarak... Göz teması kurmayan adamın yüzü yorgun ve ciddi duruyor. Sadece elindeki kâğıtlarla ilgileniyor.
İğne yapılan kolum sızlıyor. Sonra karanlık bir yerlere doğru çekildiğimi hissediyorum. Göz kapaklarım iyice ağırlaşıyor. Göremediğim halde tam da yanımda hissediyorum babamı. “Gitmemesi gerek, yanlış yapıyorsun.” diye anneme çıkışıyor. Sonra korkmayayım diye, ellerini gözlerime bastırarak kapatıyor. Tıpkı beni çok küçükken götürdüğü açık hava sinemasındaki korku sahnelerinde yaptığı gibi. Sıcacık ellerini hissetmek beni rahatlatıyor. Sanki yakıcı bir şeyler içimde yavaşça yol alıyor. Annem “Sus” işareti yaptığı için babama onu çok sevdiğimi de çok özlediğimi de söyleyemiyorum.
Oda, anlaşılması güç seslerle doluyor. Tüm sesler karışıyor birbirine. Fonda bir türkü çalıyor. “Ayağında kuunduraa, yar gelir duuraa dura!” Babamın en çok sevdiği türkü. Birileri aralarında konuşuyor, söylediklerini değil ama söylemediklerinin tümünü duyuyorum. “Babası öleli yirmi yıl oldu.”
-2-
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Gözlerimi açıyorum, kafam sersem gibi. Aynı odadayım yine. Hani götüreceklerdi beni? Babamın sözünü dinleyip götürmediler mi? Yoksa pişman olup geri mi getirdiler? Ağır bir hava var odada. Aynı şekilde yatağa mıhlanmış haldeyim. Kurtulmak istiyorum iplerden. Vücudumu ileri geri hareket ettiriyorum. Uzun süre uğraşsam da nafile, sadece canım acıyor, kurtulamıyorum. Kurtulmaktan umudumu kestiğimde, bu kez odadaki diğer insanları fark ediyorum. Kafamı yastığımdan kaldırabildiğim kadar kaldırarak bakıyorum onlara. Annemle, babam öldükten sonra evlendiği diğer eşinden olan erkek ve kız kardeşim, odanın diğer ucundalar. Yine ‘yanımda değil’ karşımdalar ve anlaşılan yine ‘görünmezim’ onlar için, diye geçiriyorum içimden.
Aralarında konuştuklarını duyuyorum. Erkek kardeşim cep telefonunda; “Oradaki arsayı da kaçırdık, çok da uygundu fiyatı. Hep iş bilmezliğiniz yüzünden.” diye birilerine bağırıp, elini bacağına vuruyor hızla. Annem, en çok sevdiği, biricik hayırsız oğluna canını yakacak diye kaygı ile bakarak, “Sinirlenme güzel paşam, sinirlenme.” diyor, omzunu okşuyor. Kız kardeşim yine alkollü. O nedenle bir tek o görebiliyor sanırım beni. Kafasını ileri geri sallayarak bana “İyi müisin abiciüüğüm?” diyor kayan gözleri ve ağzıyla. Annemin yüzü silinmiş bir resim gibi. Sadece dudakları kalmış suratında. İçimi korku sarıyor ona bakarken. Dudakları hareket ediyor ama sesi sonradan geliyor. Kız kardeşime dönerek, “İyi tabii ki, tabii ki iyi.” diyor. “Ne varmış kötü olacak!”
Vücudumdaki şu kahrolası ipleri koparıp atsam kurtulacağım hem iplerden hem de onlardan. Hepsinden kurtulmak için zorladıkça daha da acıtıyorlar canımı. Bileklerimi kesiyorlar ben çırpındıkça.
Yine aniden değişiyor her şey. Bir otel odasındayız şimdi. Dinlenmek için yanımda refakatçi ile hastaneden çıkmama izin verildiğini söylüyor annem. “Refakatçi annen gelir birazdan, ben de çıkacağım o gelince.” diyerek, karşımda oturduğu koltuktan kalkıp balkona çıkıyor. Hiçbir şey söyleyemiyorum ona. Yatakta uzanmış odayı inceliyorum. Karşıdaki duvarda asılı televizyonda Nemesis’i anlatıyor bir profesör. Televizyonun yakınında biraz önce annemin oturduğu berjer koltuk, önündeki sehpanın üzerindeyse taze meyveler, meyve bıçağı ve annemin örgü torbası... Kocaman, kırmızı yumaklar insan kafası gibi sokuşturulmuş torbaya, yanlarında örgü şişleri.
Dışarıdan içime çekince kendimi, tüm benliğimi varlığı ile dolduran o boşluğu hissediyorum yine. Çocukluğumdan bu yana hissettiğim bir boşluk bu.
Annem balkondan aşağıya bakıyor. Yattığım yerden onu çok rahat görüyorum. Bu arada balkonda asılı çiçekleri göstererek bana sesleniyor. “Bak, burada unutmabeni çiçeği de var, baban pek severdi rahmetli.” diyerek ve martı çığlığına benzer deli bir kahkaha atıyor. Belleğim üst balkondan sarkmış, elindeki bir aynayı gözlerime tutarak geçmişi gösteriyor.
-3-
Karşımda annem, babam öldükten bir yıl sonraki nikahında giydiği beyaz gelinlikle duruyor. Sonra sahne değişiyor ve beni evlatlık verdiği o günü yansıtıyor. “Anne, bırakma noluursun! Nereye gönderiyorsun beni?” diye ağlayan çocuğu. Kendimi görüyorum, çocukluğum çok ağlıyor. Ağlama sesime, annemin biraz önce kulağıma çarpan kahkahası karışıyor. İki ses kafamın içinde birbirlerine iyice dolanıp düğüm olana kadar dönüp duruyor.
Terlemeye başlıyorum, soluğum kesiliyor. Yorganı kaldırıp atıyorum üzerimden. Gözüm “Çiş yaptığın için yakmıştım.” dediği bacağımdaki yanık izine gidiyor. Artık bağlı olmadığımı da fark edince, birden yerimden kalkıp meyvelerin yanında duran bıçağı kapıyorum, hızla anneme doğru yöneliyorum. Bir an donup kalıyor. Konuşamıyor. Sonra balkonun köşesine sıkıştırıyor kendini. Sanki küçülüp yok olmak ister gibi. Martı kahkahası çığlığı gerçek bir çığlık oluyor, aldırmıyorum. Defalarca saplıyorum ona bıçağı. Unutmabeni çiçeğine tutunmaya çalışıyor elleri. Olmuyor, ikisi birden yere düşüyor. Balkon kan içinde, ellerim kan içinde. Kafasına sıçrayan kan ile kafası örgü yumaklarına benziyor şimdi. Beni görülmemeye alıştıran gözlerinin içine bakıyorum. Gözleri kayıyor, kaydıkça alkolik kız kardeşimin gözlerine ne kadar da benziyor. Unutmabeni çiçeği ile annemin bedeni yan yana yatıyor. Kırılan unutmabeni çiçeği için içimde büyük bir acı birikiyor. Bağırmaya başlıyorum, “Hayıır, hayıır, hayıır!”
Birden kendi haykırışımı duyarak gözlerimi açtım. Kalbim deli gibi çarpıyor ve ter içinde kalmışım. Gece yarısı bindiğim şehirlerarası otobüs, sisli bir gecenin içinde yol alıyor. Yanımda hiç tanımadığım diğer otobüs yolcusu, pencere kenarındaki yerine iyice yapışmış, gözlerini açmış, dehşetle bana bakıyor. Belli ki gördüğüm kâbusun etkisiyle bağrışım, onu ve tüm yolcuları uykularından sıçratmış. Adam korkuyla ne olduğunu anlamaya çalışıyor.
Kel kafalı muavin elinde bir su şişesi ile bana doğru geldi. Bileğine geçirdiği kırmızı ipe dizilmiş iri kırmızı taneli tesbihi sallayarak, uykulu gözlerle, “Al şu suyu iç abi.” diyerek uzattı su bardağını. Muhtemelen de içinden, uyandırıldığı için küfürler ederek... Suyu içerken başımı yukarı doğru kaldırdığımda, bir an, adamın yaka kartı karanlığın içinde bir ışıldayıp bir yok oluverdi. Uyuşan kolum sızlayarak bardağı uzatıp teşekkür ettim.
Mahcup bir şekilde önce yanımdaki adama ve sonra da otobüsün içine doğru dönerek, herkesi uyandırdığım ve korkuttuğum için özür diledim. Öylesine korkmuşlardı ki, doğal olarak kimseden ses çıkmadı.
O gece, yolculuğun geri kalanında, tekrar kâbus görürüm korkusuyla sabaha kadar uyuyamadım. Yolculuk sona erdiğinde, valizlerimi almak için beklerken telefonum çaldı. “Yetişemedin abi, annemi biraz önce kaybettik.” dedi, üvey kız kardeşim ağlayarak. Ne konuşabildim ne de ağlayabildim. Ne hissetmeliydim? Telefonu kapatınca öylece kalakaldım bir süre. Yokladım şöyle bir benliğimi. Yine dopdolu bir boşluk. İçim mi boşluktu, boşluk mu içim? Düşündüm. Bilemedim.
ŞEYDA KOÇ