ÜZGÜ SABUKLAMASI

- ikinci kısım -

Benirleyip uyandığında ofisteydi. Kafasını masanın üzerinden kaldırıp etrafa bulanık gözlerle baktı. Tozlu bir koku, üzerinde geziniyordu. Ne olduğuna anlam veremedi. Bir rüyadan henüz ayrıldığının idrakine varması kolay olmadı. Sanki kararsızlanmış gibi bir süre rüya ile şimdi arasında bocalayıp durdu. Öyle ki yan masada bir süredir kendisini göz hapsine almış olan iş arkadaşı, omuzlarından sarsmasa az kalsın düşecekti. Uykudaki insana müdahale edilmeyeceğine inandığından şimdiye kadar sadece izlemekle yetinmişti. Dönüp arkadaşının suratına baktı, ancak görmüyordu. Aklı bambaşka yerlerdeydi. Çocukluğunun karanlık odalarında gördüğü bu rüyayı, yalnız yaşayalıdan beri görmemiş, bu ne idiği belirsiz görüntüler silsilesini belleğinden tamamen çıkarmıştı.

Arkadaşının, nasıl olduğu yolundaki sorusu üzerine ikinci bir uyanış yaşadı: İyiydi, yani gerçekten iyiydi. Altı üstü kötü bir rüya görmüştü, o kadar. Fazla büyütmemek lâzımdı. Dün gece aldığı alkolden olmalıydı. Yok, fazla içmemişti. Ama evet, akşamdan kalma olduğu kesindi. Keşke siesta yapmasaymış. Ya da iyi ki yapmış. Evet evet, evde olsa daha fazla korkardı çünkü.

Arkadaşı, birkaç söz daha söyledikten sonra masasına doğru yöneldi. Hayatı boyunca kim bilir kaç rüya görmüştü ama hemen hepsini, rüya gördüğünden emin olduracak bölük parça görüntüler dışında, unutmuştu. Gerçi bu rüyaya da çocukken gördüğünün aynısı denemezdi. Sadece o ihtiyar, o korku dolu kaçış ve kalbinin o yüksek perdeden atışı… Bunlar, hiç değişmemişti. Unutması mümkün değildi. Öyle sandı ki bir gün musalla taşına yatırıldığında bile yalnızca bunları hatırlıyor olacaktı.

Kafasını kaldırdığında alaycı arkadaşını tekrar, omuzları üstünde gördü: Şöyle bir demli çayı karşılıklı yudumlasalar ne iyi olurmuş! Hem bugün o da çok halsizmiş. Birer çay ikisini de zımba gibi yaparmış.

Bunu kafasındakileri halı altına süpürmek için bir fırsat olarak gördü, hayır diyemedi. Çayla pek arası olmasa da şu an bunu dert edecek durumda değildi. Gözleri karşıdaki ocağa takıldı, kimseyi göremeyince telefonu eline alıp iki çay ısmarlayacaktı ki arkadaşının o an oradan geçmekte olan çaycıya seslenip parmağıyla birtakım işaretler yaptığını görüp vazgeçti. Gün boyu bu pejmürde kılıklı çaycıyla göz göze gelmekten artık gına gelmişti. Her seferinde dazlak kafasını açık ederek yamalı kasketini çıkarıp başıyla selam verir, o da karşılık verirdi. İlk başlarda gönülden ve gülümseyerek yapılan bu hareketler, git gide anlamsızlaşmış birer ritüel haline gelmiş, her ikisi de artık sadece başlarını birer defa aşağı indirmekle yetinir olmuşlardı. Sırf bu yüzden kaç kere masasının yerinin değişmesini patronundan istemiş ama hep oyalanmış, hep ertelenmişti. Çayları arkadaşının ısmarlamasından memnun, kafasını masanın üzerine bırakıverdi. Tekrar uyumaktan korkarak aynı hızda doğruldu yerine. Bir an önce çayların gelmesini istiyordu, çay değilse de kafasını dağıtacak bir sohbet belki onu biraz diriltebilirdi. Meraklı gözlerle karşıdaki odayı süzmeye başladı. İçeride kimse yok gibiydi. Biraz daha eğilerek en az kendi masası kadar kaliteli duran masayı görmeye çalıştı. Çaycı, eğer sipariş dağıtmaya çıkmamışsa mutlaka o masada oturur pineklerdi. Belli ki dışarıdaydı. Biraz daha dikkatli baktı. İnanılacak şey değildi. Gerçek hayatın da en az rüyası kadar tuhaf olduğunu düşündü. Bu, ihtiyarın elindeki ledli ışıldağın tıpkısının aynısıydı. Onun kadar beyaz, onun gibi dikdörtgen. Bu sefer birine ihtiyaç duymadan kendi kendini sarstı. Eliyle alnını ve şakaklarını bastıra bastıra ovdu. Saçmalıyordu. Sonuçta bu ışıldaklar, bir onun rüyası için üretilmemişti ya! Tuhaflık ne rüyada ne de gerçek hayattaydı. Her gördüğüne kendince bir anlam atfetmeye çalışan o vehimli beynindeydi tuhaflık.

Çaycı, çok geçmeden elinde kendinden bir parçaymış gibi duran tepsisini sallaya sallaya çıkageldi.  Altına tabak koymadığından, başparmağıyla işaret parmağının ilk boğumuna kadar içine sokarak masaya bıraktı. Tırnaklarının içi simsiyahtı. Başka zaman olsa kibarca değişmesini rica ederdi. Uğraşmak istemedi, bir an evvel başından çekilsin istiyordu. Hem nasıl olsa içmeyecekti. Arkadaşının çayını bırakmadan dönmüş gidiyordu ki diğer çayın nerede olduğunu sorarak durdurdu onu. Adam sadece başını çevirmiş, bön bön bakmakla yetinmişti. Sinirlenmeye başlıyordu. Yineledi, iki çay istediklerini kelimeleri ağzında patlatarak söyledi. Karşısındaki, kendisinden sadece bir çay istendiğini söyleyince ayağa kalktı. Dişleri gıcırdıyor, bu, tabanı yarık adama bağırmamak için kendini zor tutuyordu. Bir kere de tek seferde anlasa şaşardı zaten. Burada böyle dikilip duracağına gidip bir çay daha getirmeliydi, hem de hemen!

Çaycı afallamıştı: İyi de Sekreter Hanım, çay istememişti ki!

Zaten onu kastetmemişti. Yanındaki masayı işaret etmek için dönünce laf, ağzında kaldı. Arkadaşının koltuğu boş, masası hiç dağılmamışçasına düzgün, bilgisayarı kapalı haldeydi.

Deminden beri meraklı gözlerle olan biteni anlamaya çalışan Sekreter, isminin geçmesinden de cesaret alarak lafa karıştı: Bahsi geçen arkadaşları bugün işe hiç gelmemişti, telefonlarına da ulaşılamıyordu.

Çaycı, tüm bunlardan hiçbir şey anlamamıştı, sadece kafasını sallayıp duruyordu.

Dizleri boşalır gibi oldu, masaya tutunarak kendini toparlamaya çalıştı. Eni sonu dayanamayıp koltuğa çöktü.

Bir süre daha olduğu yerde bir emir bekler gibi el pençe duran adam, beklediği gerçekleşmeyince tepsisi elinde gerisin geri yürüyerek ofisten çıktı. Hâlâ neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikri yoktu.

Sekreter ise bir an benzi, ruhu çekilmişlerinki kadar soluk bir beyaza bürünmüş olan iş arkadaşının yanına gitmeye yeltenmişse de her zamanki umursamazlığı ağır basıp ağzındaki sakızı geverek önündeki sohbet odasına geri dönmüştü.

Etrafındakilerin göz hapsinden tahliye olunca bilmediği bir süre boyunca fersiz gözleriyle öylece oturdu kaldı. Sonunda bir karara vararak telaşla eşyalarını toplamaya başladı. Eve gitse daha iyi olacaktı. Gözleri saate ilişti, üçe geliyordu. Araba kullanmayı gözü kesmedi. Otobüsle de aynı vakitte evdeydi. Hayali bile onu dinlendiriyordu. Bir an evvel çıksa iyi olacaktı, hızlandı. Eli, sağ tarafında duran mavi mürekkep kutusuna çarptı, devirdi. Yüksek sesle dillendirdiği küfür üzerine dönüp şaşkın gözlerle bakan Sekreter’i önemsemeden batan elini mendille temizlemeye çalışırken daha da bulayınca vazgeçti. Zaten eve gidince ilk işi, soğuk bir duş almak olacaktı. Çantasını aldığı gibi dışarı fırladı.

***

Neyse ki dışarı, hâlâ normal ve güzeldi. Derin bir nefes aldı ve kafasını yukarı kaldırıp bakınca kamaşan gözleriyle gülümsedi. Yüzündeki yakıcı ateşin, içinde bir yerlerde parlattığı yaşama sevincinin kıvılcımlarıyla sigarasını yaktı. Damarlarında dolaşan dumanı hissedebiliyordu. Durak, hemen öte sokaktaydı. Yürümeye başladı. Zihni, doğduğundakinden bile daha boş bir levhaydı şu an. Sadece adım atıyordu ve kulağına gelen, ayakkabılarının kendince bir ritim oluşturarak çıkardığı seslerden başka bir şey değildi. Bazan rahatsız olunan, bazan farkında dahi olunmayan saat tıkırtıları gibiydi.

Önünden geçtiği durağı son anda fark etti. Bomboş olması enteresandı. Gerçi iş çıkış saatine daha epey vardı. Panoda asılı saatlere baktı. Beklediği otobüs, en erken on dakika sonra gelecekti. Dudağında sönmüş sigarayı çöp kovasına atıp bir tane daha yaktı. Gençten bir adam, geçerken çakmağı rica edince elindeki sigarayı verdi. Adam, sigarasını yaktı, teşekkür edip gitti. Vazgeçti içmekten, sigarayı çöp kutusunun üzerinde söndürüp attı. Eli, telefonuna gitti. Çoktan beri açmamıştı mobil veriyi. Mesaj gelmiş miydi acaba? Yersiz bir meraktı bu. Gelmediğini görmek için interneti açmasına gerek yoktu. Beklenen mesaj gelmedikten sonra bu kadar teknolojinin, ilerlemişliğin, kolay ulaşılabilirliğin ne önemi vardı, anlam veremedi. Belki de kolay ulaşılabilir olduğu için gelmiyordu o beklenen mesaj, düşünmeden edemedi.

Otobüs durağa yanaştı. Tek binişlik kart satın alıp öğrenciliğinde yaptığı gibi mümkün olduğunca bir yere dokunmadan en arka tarafa yöneldi. Yer yer dolu koltuklar tümüyle gözlerinin kadrajındaydı. Her durakta yavaş yavaş artıyordu oturanlar ve birer birer azalıyordu dolu koltuklar. Biriyle göz göze geldi. Yirmili yaşlarının başında bir kadındı bu. Saçları bir erkeğinki kadardı, kısa. Uçları uçarı, her biri bir tarafa bakıyordu, vapurdumanı. Kendince bir tespit yapmıştı zamanında. Bu tür kızların çirkin oldukları ve bunu örtbas etmek istedikleri için böyle bir tarza büründüklerini, böylelikle güzellikleriyle çekemedikleri dikkati marjinallikleriyle çektiklerini düşünüyordu. Şimdi anlıyordu, halt etmişti. Bu kız, bir tablo olsa saatlerce bıkmadan seyredilebilecek kadar, çok güzeldi. Karaşındı ve bir ay ışığı kadar parlak teninden sıcak bir koku yayılıyordu havaya. Kavurucu sıcaktan mı almıştı rengini yoksa kendinden mi? Geniş göğüs dekoltesi. Birkaç serseri ter damlasının göğsünün ucunu arzuladıkları görülüyordu. Ve sağ göğsünden yukarı bir ejderha dövmesi. Alevi tüm otobüsü yakıyordu, en çok da onu. Fark etmiş olmalıydı. Delişmen gözlerini hiç kaçırmadan tam gözbebeğinin içine içine bakıyordu. Alt dudağının kenarında bir piercing. Aynısından bir tane de göbeğinde. Oval, muntazam. Şimdiye kadar kaç kadının göbeğinden öpmüştü kim bilir? Hiç bu kadar hayran kaldığını bilmiyordu. Altında kısa, gümüş bir kot. Bacakları da tüm diğer uzuvlarına meydan okur gibiydi, mağrur. Üstünde bir sanat eseri taşıdığının farkındaydı. Yine de muhtaçtı kıvrım noktalarından öpülmeye.

Bir hınkırma ve onu izleyen art arda nırçlama sesleri. Kırk elli yaşlarında bir adamdı bu. Kıza kovcu mahalle kadınlarının tavrıyla bakıp bakıp söyleniyordu. Belliydi, kaçın kurası. Alttan alta bakışlarındaki iğrenç iştah seziliyordu. Az önceki delişmen gözlerden eser kalmamıştı şimdi, kirpikleri ıslak. Ama hâlâ gözbebeğinin içine bakmakta ısrarcıydı. Bu sefer bir el bekler gibiydi, sanki yardım dileniyor gibi.

Kayıtsız kalamazdı. Bu isteği karşılamak için seğirtmeye yeltendi. Şu adama haddini bildirmeliydi. Böyle bir kızı yalnız… O… Bu, mümkün değildi. İnanamadı, nasıl olabilirdi ki, mutlaka yanlış görmüş olmalıydı. İyice baktı, sahiden o. İhtiyar. Eşekten düşmüş karpuza döndü. Dili tutulmuş; otobüs, etrafında döner olmuştu. Bir tek o, ihtiyar, sabit duruyordu. Kıyafetinden onun olduğunu anlamak imkânsızdı ama o bakışlar, yine aynı çıldırtıcı sakinlikteydi, yine aynı okyanus mavisi. Yalnız biraz daha korkutucuydu. Hem saçı sakalı da bire birdi. Bir nehirde iki kere yıkanmış gibi hissediyordu. Tam da nekaheti henüz atlatmışken… Bu nasıl bir kıyafetti böyle! Baştan aşağı siyah, son moda bir takım vardı üstünde. Beçtavuğu desenli, parlak bir boyun bağı ile yine aynı desende, nispetle biri daha büyük olan kol düğmelerindeki küçük beyazlıklar tüm bu siyahlığa meydan okuyor gibiydi. Elinde yeşil bir bürümcüğe sarılı bir şeyi sıkıca kavramıştı. Babaannesinin evindeki Mushafları anımsattı bu. Rahmetli, hep böyle bürümcüğe sarardı. Bir ipucu ararcasına bakışlarını yüzüne kaldırdı. Bir şey anlamak imkânsız gibiydi. Meşin kadar sert teninde tek bir saniye dahi kırpılmayan gözlerle sadece bakıyordu.

Ne yapmalı, nasıl kurtulmalıydı bu beladan? Bu halde otobüsten inemezdi. Takip edileceği kesindi. Bağırmayı düşündü, en iyisi kalabalığa sığınmaktı. Belki de kendisi kızdan yardım dilenmeliydi. Gözleri kızı aradı, bulamadı. İnmiş olmalıydı, iyi de otobüs ne ara durmuştu? İmdat çağırıp polisi aratmalıydı. Polise nasıl açıklayacaktı tüm bunları, merak ediyordu.

İhtiyar, yerinden doğruldu. Düğmeye bastı. İnecekti. Otobüs durdu, adam hiç bakmadan indi, hem de onunkinden birkaç semt önce. Tüm bunları nasıl açıklamalıydı kendine? Paranoyaklaşmış mıydı? Ama onun aynı adam olduğuna kalıbını basardı. O olmasa ne diye öyle baksındı. Kafasında tekrar tekrar seyretti. Oydu, bundan emindi. Sadece yine bir fırıldak dönüyordu ve o, bunu anlayamıyordu. İnmesine bir durak kalmıştı. İnip inmemekte tereddüt etti. Tedbiri elden bırakmamalıydı. Bırakmamalıydı da inmeyip ne yapacaktı? Sonsuza dek otobüsle dolanacak değildi ya! Elbet son durak gelecekti. Daha önce hiç bu kadar strese boğulmamıştı. Stres değildi bu korkuydu, kendi kendine itiraf ediyordu. Damarları kaytan gibi geriliyordu. İnse daha doğru olacaktı. Evi zaten zemin kattaydı. Bir koşu kendini içeri atabildi mi mümkünü yok kimse giremezdi o eve. Altlı üstlü ek kilitlerle güçlendirmişti çelikten sokak kapısını. Pencerelerin de hepsi alarmlıydı ve bombe korkuluklu. İkilemi yok oldu. Ne yapıp edip en hızlı şekilde eve girmeliydi. Durakla ev arasındaki mesafeyi kafasında netleştirmeye çalıştı. En fazla yarım dakikada içeri girmiş olurdu. Düğmeye bastı. Elleri ter içindeydi. Sıcaktan mıydı korkudan mı, bilemedi. Otobüs durup da kapı açılır açılmaz, süreyle hummalı bir yarışa girdi. Arkasına bile bakmadan, bakamadan koşmaya başladı. Yine aynı manzarayla karşılaşacak diye ödü kopuyordu. Dış kapı şifresini tuşladı. Yanlış çıktı, tekrar denedi. Yine yanlış çıkınca kısık sesle lanet edip cebindeki anahtarı tek hamlede çıkarıp kapıyı açtı. Evinin önüne gelince diğerini, hayran bırakıcı bir çeviklikle ardı ardına çevirdi, girdi. Aynı hızla kilitleyip sürgüledi, anahtarı kapının üstünde bıraktı. Koca bir maratonu birincilikle tamamlamış kadar gururluydu. Yüzündeki zafer gülümsemesi az önceki korkulu gözlere galebe çalmıştı. Yine de kalbinin sesi tüm evde yankılanıyordu. Hangisi bir kalbin hızını böylesine artırırdı, düşündü. Koşmak mı yoksa korku mu? Yoksa ikisi birlikte mi çalıyorlardı bu davulu?

Oturma odasına yöneldi. İçeriden şarkı sesi geliyordu. Ömrümüzün son demi diyordu, son baharıdır artık. İhtiyatlı adımlarla, parmaklarının üstünde yürüyerek kapıyı açtı. Dizüstü açıktı. Unutmuş olmalıydı. Haliyle geceki çalma listesi de dönüp dönüp çalmıştı. Kapatmak istedi, emektarının ekranı yine donmuştu. Maziye bir bakıverecek zaman değildi şimdi. Kapağı sertçe kapatıp kanepeye geçti. Her zaman sırtını yaslayıp kurulduğu bu koltuğa şimdi eğreti oturmuş, beli kırk beş derecelik açıyla öne doğru eğilmiş, bir eli dizlerinin arasında diğeri dudağındaydı, gözleri de kavlayan duvarda. Kaç yaşına gelmişti hâlâ kurtulamamıştı şu dudağının kabuğunu koparma alışkanlığından. Zaten hangi alışkanlığından vazgeçebilmişti ki! Sadece alışkanlık olduğu için sevmediği birçok şeye katlanıyordu, işine, evine ve hatta yaşadığı şehre. Belki de bu bir cezaydı, kalbini adadığı şeye sahip olamamak kadar kötü bir ceza. Hak ediyor muydu bunu? Bir ses geldi. Emin olamadı, kulak kesildi. Yine isyan ediyordu yorgun kalbi. Birkaç dakika hiç kıpırdamaksızın etrafı dinledi. Sonra yine parmaklarının üstünde, ses gelen odaya doğru adımladı. Burası çalışma odasıydı. Dört duvarı da kitaplıklarla dolu olan odanın tam ortasına yerleştirilmiş bir masa ile meşinden bir okuma koltuğu vardı, ayağının dibinde de bir kitap.  Kolundan düşmüş olmalıydı. Eğilip yerden aldı. Saçları tam ortadan ayrılmış, sakalsız, temiz yüzlü yazarının fotoğrafına baktı. Üzerini kaplayan tozu, üfleyerek temizleyip rafa kaldırdı. Maun çalışma masasının çekmecesinden kulaklığını çıkardı. Telefonuna bakıp spotify’a girdi. Dört Mevsim’i dinlemek istiyordu. Açıp koltuğa oturdu. Ayaklarını uzatıp ellerini göbeğinin üzerinde kavuşturduktan sonra gözlerini kapadı.

Koca bir ömür kadar gelen bir süre sonra açtığında Kış çalıyordu. Kendine ve de evine olan güveni tazelenmiş, korkusunun yersiz olduğuna kanaat getirmişti. Yatağına geçse iyi olacaktı. Sabah erkenden, yine iş yolu gözüküyordu. Kaçış yoktu. Uykusunu iyi alamaz da ofiste uyuyakalırsa sar baştan aynı korkularla boğuşmak zorunda kalacaktı. En iyisi bir an evvel uyumalıydı. Yatak odasına gitti. Bir an, ışığı açsa mı kapalı mı bıraksa karar veremedi. Kalbine biraz daha emniyet pompalayabilmek için açmakta karar kıldı. Kapıyı kapayıp kilitledi. Çift kişilik yatağının tam ortasına doğru yayıldı. Yanı başındaki komodinde her an elektrik gitmesine karşı hazır tuttuğu bir el feneri ile öksürük nöbetlerini gidermek için içi su dolu bir mini buzdolabı bulundururdu. Yatağının kenarında ise ince, yılankavi bir uzatmaya bağlı bir şarj cihazı vardı. Eli telefonuna gitti. Her gece yaptığı gibi galeriyi açıp uzun uzun baktı fotoğraflara. Telefonun kırmızı ışığı sinyal vermeye başlamıştı. Telefonu şarja takıp yanına koydu. Sonra derin bir nefes aldı, gözlerini yumdu.

***

Boğazı, güneşte bırakılmış bir bez parçası hissini verince gözleri kendiliğinden açıldı. Oda karanlığa bürünmüştü. El yordamıyla telefonunu buldu. Saat sabahın üçünü çalıyordu. Şarjı hâlâ yüzde onlar seviyesindeydi. Belli ki elektrik, çoktan beri yoktu. El fenerini yakmayı düşündüyse de uykusunun kaçmasından endişe ederek vazgeçti. Daha günün ağarmasına epeyce vardı. Buzdolabından çıkardığı bir şişe suyu kafasına dikti. Gözlerini tekrar yumdu. Ne var ki, suyun demirden soğukluğu beyninde buz etkisi yaratmıştı. Ne kadar debelense de bir türlü yeniden dalamadı uykuya. En iyisi hiç hareket etmeksizin öylece uzanmaktı. Böylece belki beyninin uyuma emrini vermesi kolaylaşabilirdi. Sağ tarafına dönüp dizlerini göğsüne doğru çekti. İki elini de başının altında birleştirip bu düşüncesini uygulamaya koydu. Gün ışığının önden gelenleri, yavaş yavaş odaya varmaya başlamıştı. Göz kapaklarının içinden geçtiklerini hissediyordu. Yine de ne gözlerini açtı ne de herhangi bir uzvunu hareket ettirdi. Fikrine sadık kalmakla iyi etmişti. Bu duruş ona iyi gelmiş, tüm kasları ağırlıklarından azat edilmiş gibiydi. Zaten şu fibromiyalji denen illetle baş etmenin başka bir yolunu henüz bulamamıştı. Gittiği hekimler bile bu hastalığa gerçek bir hastalık muamelesi göstermiyorlar, yapma bir kibarlıkla başlarından savıyorlardı. Ama gerçekti işte, vücudu resmen ağrılarla savaşıyordu. Dişlerinden başlayıp vücudunun tüm uzuvlarını istila eden bir ağrıydı bu. Sanki çıbanın başı dişleriydi. Her şeyi ilk olarak orada hissediyor, hele bir de o gün dişlerini fırçalamamışsa katlanılamaz bir hal alıyordu. Bunu onlara anlattığında ne alakası var der gibi bakıyorlardı sadece. O da tam o anda, hâlâ hekimin karşısındayken uzak düşüncelere dalıyor, içinde bulunduğu durumun, neden anlaşılamadığının tahliline girişiyordu. Önce kendininkine, sonra karşısındakinin çocukluğuna kadar iniyor, empati kurmaya çalışıyordu. Belki o da istemeden yapıyordu mesleğini, tıpkı kendisi gibi. Çevresinde bir yığın insan tanıyordu, sırf aile zoruyla sevmedikleri işlere bir ömür mahkûm olan. Her şey, insanın sevdiği işi yapmasıyla alakalıydı; para, prestij, aileyi ve çevreyi memnun etmek falan deli saçmasından başka bir şey değildi. Ama kelin ilacı olsa en başta kendi kafasına sürerdi.

Dakikalar boyu böyle kıpırdamaksızın kalmıştı ki, yatağın sol tarafına bir ağırlığın çöktüğünü hissetti. Beyninde, kanların aniden daha hızlı ve damarlarını yakarak geçtiğini duydu. Hızlıca arkasına döndü. Yatağın kenarına oturmuş, siluetinden kim olduğu çıkarılamasa da taze güneş ışığıyla parlayan o mahut mavi gözler her şeyi açığa vuruyordu. Yanılmamıştı, otobüsteki adam oydu. Elindeki az buçuk görünen şey de yine o yeşil bürümcüğe sarılı Mushaf olmalıydı. Peki ama nasıl girmişti buraya? Göz ucuyla kapıya baktı, hâlâ kapalıydı ve anahtarın duruşundan kilitli olduğu anlaşılıyordu. Zaten çıkardığı sesle meşhur bir kapının açıldığını duymaması imkân dahilinde değildi. Nasıl girmişti evine? Kimdi? Amacı neydi? Neden peşindeydi? Aynı gözler hiçbir yanıta yeltenmeyerek bakıyordu, bu sefer elindekine. İster istemez, gözleri ihtiyarın eline çevrildi. Parmağındaki yüzük, gözlerini aldı. Az önce baktığında takılı olmadığından emindi. Bu yüzüğü bir yerden hatırlıyordu. Rüyasındaki yüzüktü bu, sadece koyu lekelerle kaplanmıştı. Hoş, gördüklerine artık rüya demesi de saçmaydı. Yeşil bürümcüğü ağır çekimde açıyordu. Silah mıydı? Öldürecek miydi? Bir zarar mı verecekti yoksa? Yine de kaçmaya çalışmayacaktı. Artık ne olursa olsundu. Sadece izlemekle yetindi. Merakı, korkusuna üstün gelmişti. Zaten sorsa da hep yanıtsız bırakılıyor ve zaten ne kadar kaçsa da yanı başında beliriveriyordu. Bürümcük, birkaç kattan oluşuyordu. Bu nasıl bir adamdı böyle, utanmasa ondan geriye de saydıracaktı. Güneş, odaya tamamen akın etmişti. Her şey biraz daha netleşmişti. Nihayet en son kat da açıldığında gördüğü şey nedense onu pek şaşırtmadı. Sadece anlam veremeyişinden kaynaklı lanet okumaları artmıştı o kadar. Hayatı, sanki aptal bir ışıldağın yörüngesine takılmış gibiydi. Dalga mı geçiyordu bu adam yoksa bir şaka mıydı tüm bunlar? Çaycı. Çaycı da işin içinde miydi? Kendisi bile inanmadı bu düşüncesine, çaycıyla ne muhabbeti vardı ki kendisine şaka yapsın! Peki, neydi o zaman? Yine aynı hareket tekrarlanıyordu gözlerinde. O, kafasında soruları ardı ardına sıralarken ihtiyarın eli ışıldağın düğmesinde…

 

 

PAZAR-LIK ÖYKÜ: 28.08.22                                                                                                                                             SİNAN CUMART