ÜZGÜ SABUKLAMASI

Ne kadar hızlı koşsa da ensesinde bir azrail nefesi hissediyor, ürperiyordu. Kaç dakikadan beridir kimden niye kaçtığını bilmeden koşuyordu. Kalbi gerek korkudan gerekse heyecandan, tenini yaracak kadar hızlı vuruyor, duraksadığı an yakalanacakmış gibi geliyordu. Ama arkasındakini merak etmekten alıkoyamadı kendini. Bir anlığına da olsa dönüp bakma cesaretinde bulundu. Muhtemelen artık yaşadığını bile unutmuş bir ihtiyardı bu. Gözleriyle görmese asla inanmazdı. Bu yaştaki bir ihtiyarın bu denli hızlı koşması şaşılacak şeydi doğrusu. Üstelik bu havada… Gökten milyonlarca sicim atılmış da yere saplanmış gibiydi. Bir tanrı da sürekli öksürüyor, öfkesinden gözlerinde ani sinirler çakıyor; bunlar, göğe bakmaya cesaret edenlerce bir an görüldükten sonra kayboluyordu. Bu yolda… İnsan eğer bastığı yere saplanan ayağını kaldırma gücünü kendinde bulabilirse yer yer bezenmiş su dolu çukurlardan birine girmesi artık daha olası hale geliyordu.

Hızlanarak koşması gerekiyordu. Yorulacak vakit değildi şimdi. Ancak kafasında dönen düşüncelerin hızı, ters bir etkiyle vücudunun yavaşlamasına sebep oluyordu. Belki de ihtiyar adam hızlı koşmuyor da o yavaş koşuyordu. Yedi yaşındaki bir çocuğa yetişmek ne kadar zor olabilirdi ki! Bir yandan da ihtiyarın kalbindeki her vuruşu kulaklarında hissediyordu. Yoksa onun kalbinden mi geliyordu bu hararetli ses? Fark etmezdi, çok geçmeden bu, ölüme susamış adamın nefes nefese kalması galip bir ihtimaldendi. Yine de daha çok çaba sarf etmesi, daha hızlı koşması gerektiğini biliyordu. Biliyordu ama yavaşlıyordu.

Derin bir nefes aldı, biraz rahatlamalıydı. Burnunda o bildik, yağmurla ıslanmış toprak kokusunu duymak istedi. Annesi anlatmıştı geçenlerde. Ölüler, yaşayanların bu kokuyu sevmelerinden rahatsız olurlarmış. Bari bu zevkin kendilerine kalmasını isterlermiş. Haklılardı, o da yağmuru sırf bu yüzden seviyordu. Ama şimdi ne yapsa da çekemiyordu içine. Ölüler, onu mahrum mu bırakmışlardı bu zevkten? Anlayamadı.

Daha derin bir nefes aldı. Gözleri kararır gibi oldu. Sendeledi. Ayağı, o lanet çukurlardan birine takıldı. Son anda toparlanamasaydı hemen ötedeki çukurun çamurlu suyunun tadına bakacağı kesindi. Bileklerinden yukarı doğru ince bir sızı duydu, duraksadı. Ayakkabıları zeminle hemen aynı renklere bürünmüş, beyaz renginden bir nokta dahi fark edilemez olmuştu. Hem ışıkları da bozulmuş gibiydi. Bir an çektiği acıyı ve peşinde olan adamı unutup bunları temizlemeye koyuldu. Çok kıymetliydiler onun için. Koca bir sene uslu durmuştu da ancak aldırabilmişti. Fakat… Fakat bu ayakkabılar hiç de o güzel ayakkabılara benzemiyordu. Ayaklarını taşa sürüp çamuru azıcık sıyırınca gördü, bir kere rengi farklıydı. Onunkiler mavili beyazlıyken bunlar, koyu yeşile çalan bir renkteydi. Abisinin bu renge hâkî dediğini duymuştu daha önce. Hem şekli şemaili de farklıydı, o çok sevdiği süper kahraman işlemesi şöyle dursun, bu dümdüz, desensiz bir şeydi. Adeta büyüklerin o zevksiz ayakkabılarına benziyordu. Zaten çok büyük duruyorlardı. Ancak abisinin hatta babasının ayaklarına olabilecek cinstendiler. Kaldırıp kamyon tekerleklerine benzeyen tabanlarına baktı. Herhangi bir numara yazmıyordu ama emindi. Büyüklerdi işte. Anlayamadığı şuydu, neden bu kadar büyük ayakkabıları giymişti ki? Belki de kaçmanın verdiği telaşla öylece ayağına geçirmişti. Oysa koşarken oldukça rahattı, durup çamuru temizlemeye kalkmasa büyük olduklarını asla anlamayacaktı.

Ayaklarını içinde kımıldattı, sanki tam gibiydiler. Başparmağı ile ayakkabının burnu arasındaki mesafeyi yoklamak için eğilince ilk o zaman fark etti ki ucundan sular damlayan ellerinin üstü, bulutlardan sızan ince huzmelerin vurmasıyla kökten uca gittikçe koyulaşan altın rengi kıllarla kaplıydı. Sıyrılmış olan gömleğinin yeni altından görünen kolları da hemen aynı vaziyetteydi. İğrentiyle karışık bir baş dönmesi hissetti. Oldu olası kıllardan nefret ederdi. Özellikle yemek masasında babasıyla karşı karşıya oturmuşsa yer değiştirir, aksi takdirde kusacak gibi olurdu.

Bir gün yine böyle bir masada babasıyla abisinin ellerini iğrenç, annesiyle kendisininkileri ise tertemiz olarak nitelemişti. Abisi de hiç boş durur mu, bir on seneye kalmadan onun ellerinin de böyle iğrenç olacağını söylemişti. Bu sözlerden sonra nasıl olur da ağlamazdı. Ağlayınca abisinin bu tavırlardan vazgeçeceğini umuyordu ama… Neyse ki annesi müdahale etmişti. Abisine yarı sert bir bakış fırlattıktan sonra ona dönüp on senenin öyle kolay geçmeyeceğini, çok uzun zaman ellerinin böyle tertemiz kalacağını söyleyerek içine su serpmişti. Yoksa yalan mı söylemişti? Ne de olsa anneler de bazan yalan söylerdi. Kolay geçmeyecek dediği on sene bir uyuyup uyanıncaya kadar geçmiş miydi?

Toparlanmaya çalıştı, sakinleşmeliydi. Herhalde korkudan olacak, algılarında yanılıyor olmalıydı. Üstüne çekidüzen vermeye başladı. Gömleğinin kollarını düzeltti. Parmaklarının ucundan mavi mürekkep damlaları düşüyordu yere. Bunlar da neyin nesiydi böyle! Ellerini kaldırıp incelemeye başladı, anlam veremedi. Yok, artık dayanamıyordu. Yanaklarından süzülen yağmur sularına artık gözyaşları da eşlik ediyordu, engel olamamıştı. Ama başka çaresi yoktu, kendine gelmeliydi. Ellerinin tersiyle yüzündeki tüm ıslaklığı kazımak istedi. O an eline batan dikenler babasının kırçıllı, kirli sakallarını öptüğünde yüzüne batanlarla aynıydı. Artık kesindi. Bu işte bir bityeniği vardı. Söylediği kelimeden bile bu anlaşılıyordu. Bityeniğini ya bir en fazla iki defa duymuştu, şimdi kendisi kullanıyordu. Bağırmak istedi. Sesi boğazındaki yumruya takıldı, çıkmadı. İçinde kopan fırtınayı bir dışa vurabilse, yüzüne çarpan şu esintiyi de beraberine alacak, önünde tüm şehri yıkıp toz edip sürükleyecekti. Yapamadı. Artık mecali kalmamıştı.

Sadece bu halini bir de kendi gözleriyle görmek istiyordu. Etrafına bir ayna görmek umuduyla bakındı. Bulunduğu çevre, ona yabancı gelmemişti. Ama neden burada olduğunu da bilemedi. Gözleri, tam karşıda duran taş duvardaki paslanmış, eski bir sac tabelaya ilişti. Bu meydanı biliyordu. Her yaz tatilinde ailece geldikleri babaannesinin evi buradaydı. Yalnız en son geldiklerinde bu tabelanın yerinde koyu mavi, metal bir tane olduğundan emindi. Neden onun yerine böyle eski bir şey asmışlardı ki? Ayrıca o çok sevdiği hamburgercinin yerinde yeller esiyor oluşu da gözünden kaçmadı. Ne yani artık hamburger yiyemeyecek miydi?

Önünden gelip geçen insanların kıyafetleri de bir acayipti. Erkeklerin hemen hepsi pantolon yerine ne olduğunu bilmediği uzun, beyaz elbiseler giymişti. Gerçi geçen yaz geldiklerinde babasına sormuştu bu kıyafeti. Ülkelerine sığınan insanların böyle giyindikleri cevabını vermişti babası. Hatta ismini de söylemişti ama şimdi hatırlayamadı.  Ne yani bunların hepsi sığınmacı mıydılar? Şaşırmıştı, hiç mi onlardan kimse kalmamıştı? Tek tük kadınlar ise baştan ayağa siyah, sadece gözlerinin göründüğü tek parça bir elbise giymişlerdi. İşin garibi etrafta araba da yoktu. Sadece bir iki at arabası gidip geliyordu. Yüzünü seçemediği bir arabacı, yılanvari kırbacını olanca gücüyle savurup bağırarak ağız dolusu küfürler ediyordu. Sesi, amacına ulaşamadan yere akıp gidiyordu. Hayvancağıza acımıştı. Sokağı dönünceye kadar arkalarından bakakaldı.

Biraz ötede ihtiyarın, hâlâ bıraktığı yerde koşar vaziyette olduğunu gördü. Arkaya doğru bir hamle yapacaktı ki vazgeçti, sadece durup izlemeye başladı. Bunca duraksamasına rağmen yakalanmamış olmasına şaşırmadı. Burada her şey mümkündü. Belki zaman da farklı işliyordu. Zaman… İçinden birkaç kez tekrarladı bu sözcüğü. Zaman tabii. Nasıl da akıl edememişti! Zaman. Ancak bir rüyanın içinde böyle işleyebilirdi. İşte şimdi ayakları suya ermişti. Bu, bir rüyaydı. Başka türlü bu kadar şey nasıl mümkün olabilirdi? Daha geçen derste öğretmeni bir rüyanın en fazla on saniye sürdüğünü söylemişti. Gözlerini kapattı ve saymaya başladı. Açtığında her şey normale dönmüş olacaktı. Annesine kocaman sarılacak, babasının ellerini defalarca öpecekti. … dokuz, on.

Dönmemişti, hâlâ buradaydı. Tek fark, adama yakalanmasına ramak kalmıştı. Bir kol mesafesi ya var ya yoktu. Yine hafiften ana avrat sövgüleri duydu. Arabacı… Geri dönüyordu. Tam yanından geçerken arabaya dar attı kendini. Ucuz yırtmıştı. Dönüp tunç rengindeki zavallıya baktı, çok yorulmuş gibi görünüyordu ama yine de koşuyordu. Heybesinin içinden bir parlaklık gözünü aldı. Oturduğu yerden dizlerinin üzerinde yükselip yakından baktı. Bir yüzüğe benziyordu. Biraz daha uzansa alabilirdi ama kendisinin olmayan bir şeye el uzatamazdı. Tekrar oturdu. Keyfi yerine gelmişti. Öyle ki ayaklarının yer yer çamura bulanmış kilime yetişiyor olmasına dahi aldırmadı. Kilimin çamur bulaşmamış yerlerine ayakkabılarının çamurunu temizlemeye başladı. Ejderha motifi dikkatini çekmişti. Hafif bir gülümsemeyle üzerini tamamen çamurla kaplamaya çalışırken ayağına lastik bir ayakkabının değdiğini gördü, kafasını kaldırdı.

Karşısındaydı. Sakin bir tavırla onu izliyordu. Bengisu içmiş gibi, yüzünde ihtiyarlıktan en ufak bir iz yoktu. Sanki az önce o kadar yolu koşmamışçasına düzenliydi nefesi ve dudakları daha önce hiç konuşmamışçasına sıkıydı. Bu sükûnet, vücudunu kaskatı kesti. Yüzünde korku dolu gözlerle, az önceden kalma bir tebessümün çelişkisi görülüyordu. Bu adamdan hiç mi kurtuluşu yoktu? Babası, hep her şeyin bir yolunun bulunabileceğini söylerdi. Onun bulabildiği tek yol ise kendini arabadan aşağı yuvarlayabilmekti. Ne ki değil atlamak, kılını kıpırdatamıyordu. Vücuduna inme inmiş gibi, ne kadar zorlasa da bir santim hareket etmeyi başaramıyordu. Artık her şey bitmiş, yolun sonu gelmişti. Başına gelecekleri kabullenmekten başka çaresi yoktu. Ancak görmemek elindeydi. Gözlerini sımsıkı kapadı. Bir süre, çekeceği acının büyüklüğünü kestirmeye çalışarak bekledi. Hiçbir şey olmayınca yavaş yavaş tekrar açtı.

Adamın oturuşunda hiçbir değişiklik yoktu. Öylece oturmuş, bakıyordu. Bu bakışlarda ilk başta kestirilmesi zor bir anlam vardı. Ama şurası kesindi ki bu adamın kendisine zarar vermek gibi bir niyeti yoktu.  Olsa şimdiye kadar bunu yapması için yeterince fırsatı olmuştu. Başka bir amacı vardı ama ne... Kılığı, kıyafeti, cüppesi, sarığı bir yana; bembeyaz, uzun sakalı, hafiften parıldayan yanakları ile alnı arasında eğreti duran iki küçük, okyanus mavisi gözleriyle insanı etkisi altına alan kadifemsi bir yüzü vardı. Elinde ne olduğu anlaşılamayan bir şeyi sıkıca kavramıştı. Parmaklarıyla o kadar sıkıyordu ki bembeyaz elleri kanlanmış, pembeye dönmüştü.

Bakışların oraya yöneldiğini anlamış olacak, ellerini yavaşça gevşetti. Artık daha net görülüyordu. Bu… Birden bir gülme aldı. Felçli dudaklarının arasından havaya bir kahkaha savruldu. Bu, bir ışıldaktı. Dikdörtgen bir ışıldak. Yanılmamıştı işte, bir rüyanın içine hapsolduğundan artık emindi. Bunca tarih öncesiliğin arasında sanki çok lazımmış gibi bir ledli ışıldak. Şu beyin denen şey, insana ne oyunlar oynuyordu böyle. Rahat bir nefes aldı. Hiçbir şeyden korkmasına gerek yoktu. Sonuçta her şey beyninin bir yansımasından ibaretti. Abisi uyarmıştı zaten. Daha bu yaşında televizyondaki korku filmine kendini kaptırırsa olacağı buydu.

Adamın, başını imayla salladığını gördü. Sanki, o kadar emin olmamasını söylüyor gibiydi. Ama emin olmalıydı. Okuduğu bir kitap geldi aklına. Uyku ölümün kardeşidir, diyordu. Gerçekten okumuş muydu bu kitabı, bilemedi. Güneşi asacağız buraya demişlerdi de rüyada güneş görünmez demişti huzuru arayıp da huzursuzluklar içinde yığılıp kalan bir adam. Kafasını arabadan dışarı çıkarıp havaya bakmalıydı, ancak vücudu hâlâ katıydı. Kendini zorluyordu, ayaklarını kıpırdatmayı başardı. İhtiyar da elindeki ışıldakla meşguldü. Ne yapıyor diye baktığında elinin düğmede olduğunu gördü. Bir anda yer, bembeyaz bir gürültüyle sarsıldı.

 

SİNAN CUMART

 

SATIR DERGİSİ

PAZAR-LIK ÖYKÜ: 14.08.2022