ÜÇ GÜNLÜK DÜNYA KAHVESİ

Hamdi Bey, güneşin battığı vakitlerde, bazalt taşlı yollardan kahveye gidecek ve her zamanki gibi hikâyeler anlatacaktı gençlere. 

Bütün işlerini yapan, her gün gazetesini getiren, hikâyelerini harfine kadar ezbere bilen yirmi üç yaşındaki Rıfat, kapısını çaldı Hamdi Bey’in. Bir ses çıkmayınca telaşlandı ve evin yedek anahtarıyla kapıyı açıp içeri girdi.

Dağları yutmuş bedenin tok sesiyle “Gazetenizi getirdim dede.” dediğinde evin içinden bir yel esti yüzüne hafif hafif. Biraz ürperip ortada duran yuvarlak masaya doğru ilerleyince tekrar seslendi.

“Hamdi dede!”

Yine bir ses seda yoktu. Hamdi Bey’in odasına doğru giderken duvarda asılı olan aile, çocukluk ve gençlik yıllarına ait eskimiş fotoğraflar, üstündeki tozları silkeleyecekmiş gibi koridorda canlandı. Hiçbir zaman aile fotoğrafına sahip olamayan Rıfat’ı Hamdi Bey büyütmüştü. Kimsesizliği tatmadan, ailenin ne olduğunu biraz olsun ondan öğrenmişti.

Elindeki gazeteyle Hamdi Bey’in odasının önüne gelmiş; miyavlayan, gün batımı kuyruklu, zümrüt gibi parlayan kocaman gözlü kediyi kucaklayıp tam odaya girecekti ki…

“Geldin mi Rıfat? Ben de mutfaktaydım.” dedi Hamdi Bey dağınık saçlarıyla onu selamlayarak.

“Kapıyı açmayınca gireyim, dedim.”

“İyi yaptın Rıfatcığım. Ben şimdi dışarı çıkacağım işleri halletmeye. Sen de biraz kediyle evde oyalan, olur mu?” dedi mavi fularını boynuna takarken.

“Olur dede.” Kediyi kucağından indirip geçti salona.

Biraz burada oturduktan sonra Hamdi Bey’in çalışma odasına yöneldi. İçeriye girdiğinde gözüne duvarda asılı, oldukça yıpranmış bir fotoğraf ilişti. Yanaşıp bir süre fotoğrafı inceledi. Hamdi Bey’in genç hali, yanında arkadaşları ve aralarında oturan yaşlı biri fotoğrafta neredeyse odaya uzanacak kadar gerçekti.  Rıfat daha dikkatli baktığında bu kişilerin Hamdi Bey’e çok benzediğini düşündü. Biraz garipse de fotoğrafa yaklaştı. Hemen arkalarında -bir dükkân olmalı- tabelada ÜÇ GÜNLÜK DÜNYA KAHVESİ yazıyordu. Odanın kapısı cereyandan birden kapanınca Rıfat yerinden fırlamıştı ruhu evden kaçarcasına. Baktığı fotoğrafın yerde, çerçevesi kırılmış görünce ne yapacağını bilemedi.

Biri dört kez kapıyı çaldığında Rıfat, kırıkları temizliyordu. Beşinci kez çalmasın diye kapıyı açınca neredeyse gözleri yerinden fırlayacak şaşkınlıkla, fotoğrafta gördüğü Hamdi Bey’in gençliğiyle karşılaştı.

“Ha… Ham… Hamdi dede!”

“Defteri unutmuşum Rıfat. Onu alayım, masamın üstünde.”

Rıfat, dilini yutmuş da sanki düşleri onu geçmişe çekmiş de birden kapıya fırlatmış gibi Hamdi Bey’in yüzüne baktı. Kısa, gür saçlarını, yeşilin sarıya karıştığı gözlerini, elmacık kemiğinin belirginliğini ve kırmızımsı dudaklarını az önce baktığı fotoğraftan çıkıp geldiğine neredeyse inanacak bu genç,

“Nasıl olur?” diyebildi ellerini Hamdi Bey’in yüzüne uzatarak.

“İyi misin evlat? Defteri getir hadi, geç kalacağım kahveye.”

“Kahve mi?” diye sordu içinde bir yılgıyla masaya doğru giderken.

“Sen de gel, hadi. Hikâye günü bugün.” Rıfat’a kırık bir sesle söylerken mavi fularını çözüp cebine koydu.

İkisi susku içinde yürürken gün batımı kuyruklu kedi, Hamdi Bey’in ayaklarında bitti birden. Rıfat kedinin nasıl çıktığını düşünüp eve götürmek istese de vazgeçti hâlâ üstünden atamadığı şaşkınlık içinde.

Fotoğraftaki tabelanın ve soluk grili dükkânı tıpkısını gördüğünde Hamdi Bey’in sesiyle irkildi.

“İçerideki sandalyeleri hazırla Rıfat. Bugün dışarıda anlatacağım. Masamı da kur.”

Sandalyeleri yerleştirirken omzundan bir ses geldi Rıfat’a.

“Bugün hangi hikâye?” diyen siyahla gri karışımı uzun saçları içinden bir dal sigara çıkaran adama dönünce ürküyle kendini geri çekti. Az daha sandalyelere takılıp düşecekti ki kolundan tuttu adam.

“Aman dikkatli ol, ölmeyesin!” diyerek Rıfat’ın kulağının arkasından gümüş renkli bir kuşu avucuna aldı. Gökyüzüne fırlatır fırlatmaz gümüş kuş, kanatlandıkça büyüdü. Büyüdükçe uzaklaştı. Uzaklaştıkça küçüldü. Tüm bu olanlara aklı tutulan Rıfat, bir şeyler söylemek istese de sanki ağzı mühürlenmiş gibi baktıkça baktı; hem adama hem gümüş kuşa.

Bir süre sonra kahverengi tahta sandalyelere oturan gençler, radyoda çalan şarkıyı dinliyorlardı sanki kavuşamadıkları sevdanın kucağına oturmuşçasına.

“Fikrimin ince gülü
 Kalbimin şen bülbülü”

Kadife sesiyle, yanık yanık sesinin içinde sarhoş eden Müzeyyen Senar.

Kimisi bir köşede, öteki başını yaslamış duvarda durmuş, beriki kahvenin solunda duran sararmış ağaca bakıp iç çeken derin bakışlarla kendi zamanlarını donduran bu insanlar şarkıyı yaşıyorlardı.

“O gün ki gördüm seni
 Yaktın ah zalim beni”

Kahvenin camında dalları kırık, sararmış ağacın yansımasına takılan Hamdi Bey, bu güzel seste içine gömdüğü, geçmiş zamanlı kadınını hatırladı. Gözleri birden Rıfat’a kaydı. Bu çocuğun garipliğini bir türlü çözemedi, çatık kaşla ona bakarak.

Radyodaki şarkı bütün yaraları deşip gerçek dünyaya dönen kimisini bir hüzün kaplamıştı, güneş o vakit kendini uğurlamaya başladığında. Gençlerin ortasına sandalyesini koyup ağır ağır yerleştiğinde deniz kokusu kadar iç çeken Hamdi Bey,

“Nerede kalmıştık? Ah, evet.” dedi eliyle siyah benli çenesini kaşıyarak.

“Sonra bir gün tekrar geri geldi bu kırmızı sevda kuşu.

Haber getirecekti. Tam konacaktı ki omzuma, bir kurşunla öldürdü bu zalim avcılar.
Yıllar sonra havada kalan kurşun izini gördüğümde o sevdamın ölümünü tekrar hissetmiştim.
 Öyle bir memlekettir ki ne seven sevene kavuşur ne de kavuşanlar huzur bulur.
 Öyle bir coğrafyadır ki kavuşamamanın kitabını yazdırır buralarda.”

Rıfat’a baktı.

“Büyüttüğümüz çiçeklerin kimsesiz olduğunu bilsek de dalından koparmamak, toprağımıza düşecek duaların habercisidir.”

Gün batımı kuyruklu kediyi kucağına alıp başını okşarken gençlere baktı.

“Karşılıksız sevginin ne olduğunu işte bu sessiz kullardan öğrendim. Bizlerde de vardır bu sevgi. Hissettirince bunu, mutlu yarınlarda beklediğimiz sofralar bazen kurtlarla dolabiliyormuş. Ne az verin ne de çok. Böylece gönül yolumuza…”

Sesi kısık radyodaki uzun havayı duyunca yarım bıraktı yine. Ayağa kalktı.

Oturduğu masayı gösterdi. “Burası.” dedi.

“Üç günlük dünya kahvesi. Gariplerin türkü yaktığı masa burası. Sessizce yol almışların gözyaşı döktüğü masa burası. Dünün acısını ceketine yamalamış, bugünün usuyla kimseye muhtaç olmamış, yarının korkusunu zincirlemiş insanlar kahvesi burası... Buradan gittiğimizde ancak dünya acı kahvesini içerek gideriz. Kırk yıllık hatırlar yaşanır mı, bilinmez.”

Kahvenin duvarında asılı duran yaşlı halinin olduğu eski fotoğrafa baktı bir müddet Hamdi Bey:

“Yarım kalmışlıklarımızı bu üç günlük dünyada bile tamamlayamadık.”

 Bütün bu olanları uykuda mı gördü, yoksa gerçekle düş arasında mı yürüdü, bunu kavramayan Rıfat kahvedeki masanın birinde gözlerini açarken duyduğu sesle yaprak gibi titredi.

“Hadi gidiyoruz Rıfat, hikâye yarım kaldı yine. Kapat kahveyi.” dedi dağınık saçlarıyla üstten bakarak.

Sandalyeleri düzeltip ımızganarak göz göze geldi duvardaki asılı duran genç Hamdi Bey’le ve o an tüylerini dikenleştiren bir yel okşadı yüzünü. Tam kapıdan çıkacakken grileşmiş, insanı ürküten gökyüzüne baktı. O an kulakları sağır edercesine bir şey Kahvenin camına çarptı. Korkudan önce kapıdan uzaklaşan Rıfat, etrafta kimseyi göremeyince sonra içeri girip yerde cam kırıkları arasında parlayan gümüş kuşla karşılaştı. Gümüş kuşun bir kanadının olmadığını fark etti. Avucuna alarak Hamdi Bey’in masasına bıraktı.

Bir ses duyuldu arkasından. Gözleri boşluklarla dolu, çürüdükçe çürüyen bu adam yaklaştı Rıfat’a:

“Yarın hangi hikâye?”

 

BARIŞ OĞUZ

SATIR DERGİSİ

EKİM 2022