ÖZLEM KÖSE, ŞİMDİ BENİM PSİKOLOJİMİ KİM DÜZELTECEK?
Sudenaz Kahraman sordu.
“Yazmak, benim için bir tür meditasyondu artık; düşüncelerimi arındıran, beni yeniden kuran bir ritüel...”
Özlem Köse’nin, İnkılap Kitabevi - Sayfa6 Yayınları etiketiyle yayımlanan kitabı Şimdi Benim Psikolojimi Kim Düzeltecek?, 14 bölümden oluşuyor. Psikoloji bölümünü bitirmiş, hayatını yeniden kurmaya çalışan Ece ile onun gölgesinde kendi çıkmazlarından sıyrılmaya çalışan Bay M’nin hayatlarına tanıklık ediyoruz.
Kayıp parçalarını arayanlar, faldan medet umanlar, yanlış anlaşılmalar, saklanan sırlar, yolsuzluk, sevgisizlik… Ve tüm bunların ucunda birbirine bağlanan bir umut.
Kimi zaman çevrenizden biri gibi, kimi zaman içinizin sesi gibi gelen karakterlerin birbirine dokunuşları… Farklı hayatlara ve düşünce yapılarına sahip insanların, tek bir çatı altında bir araya gelme çabası…
Bay M’nin hayatını kolaylaştırmak için yola çıkanlar, acaba istediklerine ulaşabilecek mi, yoksa her şey sarpa mı saracak?
Tüm bilinmezlikleriyle, meraklısına yazdı Özlem Köse.
Kendi tanımıyla kısaca kimdir Özlem Köse?
1982 yılında Adana’da doğdum. Üniversite eğitimim için İzmir’e geldim. Ege Üniversitesi Kimya mühendisliği bölümünde lisans ve ardından yine aynı bölümde yüksek lisans eğitimimi tamamladım. Henüz tezimi tamamlayamadığım için bitiremediğim bir de doktora öğrenciliğim var. Yüksek lisans sırasında çalışmaya başladım ve hâlâ aynı şirkette Fikri Haklar Yöneticisi olarak çalışmaktayım.
Edebiyatı hep sevdim, elimin altında mutlaka bir şiir, roman ya da öykü kitabı bulunur. Öğrencilik yıllarımda çoğu zaman sınavlara hazırlanmak yerine bir kitap okuduğum olurdu. Merakım hâlâ geçmiş değil, bu merakı çocuklarıma da aşılamak istiyorum. Öğrenmenin sonunun olmadığını düşünüyorum. İnsan, öğrendikçe daha çoğunu öğrenmek istiyor sanırım. Ne yazık ki, insan ömrü öğrenmeye doyacak kadar uzun değil.
Bize, yazmaya başladığınız ilk anlardan, serüveninizden bahseder misiniz?
Yazı ile ilk bağım lise yıllarında kuruldu. Edebiyat derslerinde kompozisyon ödevini okumak için gönüllü olan, parmak kaldıran öğrencilerdendim. Evde ya da okulda kendimi hep defterime bir şeyler karalarken buluyordum.
Sonra hayat beni farklı bir yola yönlendirdi. Mühendislik okumak üzere üniversiteye başladığımda kelimelerin yerini sayılar aldı. İçimdeki anlatıcı kendini farklı şekilde ifade etmeye başladı; grafikler, sayılar, şablonlar… Ta ki anne olana kadar kelimeleri geri planda bıraktım.
Oğlum doğduğunda ona, her akşam kendi uydurduğum masalları anlatmaya başladım. Onu her gece başka bir hikâye ile uykuya uğurladım. Konuşmaya başladığında bu masallar diyaloglara dönüştü; o da anlatıya katıldı ve bana yön verdi. Örneğin, “Bu hikâyede dinozorlar olsun.” ya da “Sonu böyle bitmesin, başka bir yere gitsinler.” gibi önerilerde bulunuyordu. Sanıyorum, yeniden yazmaya başlamamın kıvılcımını yakan oğlumun o küçük sesi oldu.
Sonra pandemi patladı. Pandemiyle birlikte hepimiz evlerimize çekilirken ben de iç dünyama döndüm. Pencereden sokağı izlerken evimin önünden geçen insanlar, bir kafede otururken yan masadaki çift, kafamda hikâyeler oluşturmaya başladı. Yazmak, benim için bir tür meditasyondu artık; düşüncelerimi arındıran, beni yeniden kuran bir ritüel…
Kitabımı yazmaya başladığımda yalnızca zihnimde birikenleri döküyordum kâğıda. Hikâyem ilerledikçe fark ettim ki, kitabımdaki karakterlerin peşinden gitmek istiyorum. Ben de öyle yaptım; sonunu merak ettim ve onları takip ettim. Kitabı tamamladığımda bir gün basılacağı hiç aklıma gelmemişti. İlk okuyucum eşimdi. Yazdığım taslağı okuduktan sonra kitap dosyamı yayınevlerine göndermem konusunda beni teşvik etti. Böylece benim için yeni bir yolculuk başlamış oldu. Şu an ikinci kitabım tamamlandı, yayınevim ile görüşmelere başladık. Üçüncü kitabımdaki karakterler ise aklımın içinde, beni yazmam için rahatsız edip duruyorlar.
Neden psikolog bir karakter tercih ettiniz? Sizin için bir anlamı ya da yaşanmışlığı var mı?
İnsan beyni anlaşılması en zor mekanizma. Herkesin farklı düşünce yapıları, olaylara bakış açıları var. Bu anlamda insanları çözmeye çalışmak bir puzzle gibi geliyor bana. Psikoloji bu nedenle ilgilimi çekiyor. Psikologların hayatlarını ve eserlerini sıklıkla okurum. İyi bir dinleyici olduğumu düşünürüm. Belki bir mühendis olmasaydım psikolog olmak isteyebilirdim.
Okuduğum ve gözlemlediğim kadarıyla psikolog olmak demek kendi hayatını kusursuz yönetebilmek anlamına gelmiyor, zira insan bazen kendini bile çözemiyor. Kitapta da değindiğim gibi, çoğu zaman terzi kendi söküğünü dikemiyor. Ben de bu ikilemi yazmak istedim. Bir tarafta diğer insanlara yardım etmeye, onların hayatlarına dokunmaya çalışan bir kadın ve diğer tarafta hayata karşı güçlü durmaya çalışan bu kadının kendine ve ailesine yetme çabası…
Eserinizde Mozart’ın “Le Nozze di Figaro” müziğine yer verdiğinizi görüyoruz. Bu müziği sever misiniz, size ilham veren başka müzikler var mı?
Sanatın bir alanıyla ilgilenen birisi diğer alanlarına da kayıtsız kalamıyor sanırım. Kulağımda müzik sesi olmayan bir hayat düşünemiyorum. Gerçek anlamda dinlemiyor olsam bile beynimin kıvrımlarında hep bir müzik tınısı gezinir. Dışarıda karşılaştığım olaylara veya yazı yazarken kurguladığım sahneye mutlaka zihnimde bir arka fon müziği eşlik eder.
Le Nozze di Figaro yani Türkçe olarak bilindiği haliyle Figaro’nun Düğünü operasında bir aldatma hikâyesi gizlidir. Müzikteki, önce yoğun bir tırmanış sonra sakinleşen ama ara ara pik yapan notalar ve ardından tekrar güçlü bir yükseliş ve ani bitiş, Ece karakterinin adliye merdivenlerinde tanık olduğu sahneyi çok iyi ifade ediyor, diye düşünmüştüm. Umarım okuyucular da aynı hissiyatı alabilmişlerdir. Müziğin yoğun duygularla harmanlandığı bu bölüm benim için yazması en keyifli kısımlardan biri oldu.
Klasik müzik, zamanının ötesinde bir müzik tarzı. Aynı eser tarih boyunca kim bilir kimlere ilham kaynağı olmuştur ve hâlâ da olmaya devam ediyor. Ne zaman klasik müzik dinlesem yoğunlaşmamı sağlar; Mozart, Vivaldi, Schubert ve Tchaikovsky favorilerim arasındadır. Klasik müzik dışında mesela Amy Winehouse veya Zaz dinlemek bana iyi gelir.
Müzik, yaşadığı dönemi yansıtır; bu nedenle yeni çıkan müzikleri de takip etmeye çalışıyorum. Mesela Z kuşağı rap müzik dinliyor ve çok başarılı örnekler var. Ben de dinleyip gençlerin ne istediklerin ve ne hissettiklerini anlamaya çalışıyorum. Bu anlamda bana ilham verdiğini söyleyebilirim.
Yazı yazarken olmazsa olmaz dediğiniz bir şey var mı?
Aynı anda ikinci bir işle ilgilenmenin odaklanmayı artırdığına dair araştırmalar var. Bu yüzdendir ki, çoğu kişi bir şeyler okurken veya çalışırken kahve içer veya elinde kalem çevirir. Ben de yazmaya başlamadan önce içecek bir şeyler alırım, fincanım mutlaka doludur. Ek olarak, günlerdir zihnimde biriktirdiğim kurgum da hazırdır. Bu iki öge tamamsa artık yazmaya başlayabilirim. Sonrasında oturup aklımdakileri kelimelere dökerim. İçi dolu bir fincan ve yeterince olgunlaşmış bir kurgu, yazıya başlamak için bana yeterlidir.
Sizce de falcıdan umulan medet aslında birkaç güzel söz, mutluluk arayışında olanların başvurduğu yer midir?
Öyle değil midir? Ben çocukluğumda anneannemle çok zaman geçirirdim. Anneannemin ve annemin arkadaşları, akrabaları gelir, sohbetler edilirdi. Çocuk gözüyle, o kalabalık kadın muhabbetlerini dinlemeyi çok severdim. Kahveler içildikten sonra fincanlar anneannemin yanındaki sehpanın üzerinde dizilmeye başlardı. Gelen misafirler için en güzel hediye, anneannemin o tatlı dilindeki güzel, gizemli fal cümleleriydi. Sohbetler edilir, sıra fal bakmaya gelince bir sessizlik olurdu. Fal baktıran kişi gözlerini fal bakanın ağzından çıkan kelimelere kilitler; çıkan her bir kelimeye “İnşallah” ya da “Amin” diyerek eşlik ederdi.
Fal bir ritüel… İnanırsın ya da inanmazsın, ama bir fincan kapattıysan senin fincanını yorumlamaya başlayan kişiyi ister istemez dinlersin çünkü herkes bilinmeyeni merak eder.
Fal sırasında hiç kimse olumsuz bir şey duymak istemez. Fal baktırmak isteyen herkesin o an güzel cümleler duymaya, hayatının yolunda gideceğine dair işaretlere ve dolayısıyla kısa süreli bir psikolojik desteğe ihtiyacı vardır.
Kitabın başında Ece karakterinin hiçbir zaman başrol oyuncusu olamayacağını kendine kabul ettirme çabası sizce nedendir, altında yatan başka şeyler var mıdır?
“Başrol oyuncusu olamama” metaforu aslında Ece’nin gerçeklerle yüzleşmesinin bir yansıması. Bazen hepimiz, hayatın başkalarına daha ayrıcalıklı davrandığını ve bunun aksi olarak da kendi isteklerimize zorlu mücadeleler sonunda ulaştığımızı düşünürüz. Ece de bu cümlenin ardında pek çok insanın içselleştirdiği hayatın zorluğu, mücadele etmenin ağırlığı ve hayallere ulaşmak için ödenen bedellerle yüzleşmektedir. Eğer başrol oyuncusu olmadığını kabul etmezse mücadeleye devam edemez. Çünkü ancak bir başrol oyuncusu hedefine kolay yoldan, mücadele etmeden ulaşır. Aslında bu kabulün ardında, Ece’nin mücadeleye devam etme ve pes etmeme motivasyonunu da saklamaktadır.
Anne karakteri daha önce hayatında yaşadığı zorluklarla bizlerin karşısına çıkıyor fakat biz, bunu sonradan onun dilinden anlıyoruz. Oğlunun üzerinde kurduğu evlilik baskısını bununla nasıl bağdaştırabiliriz?
Einstein’ın çok sevdiğim bir sözü vardır. “Ön yargıyı parçalamak atomu parçalamaktan zordur.” demiş. Bence bir insanın en vazgeçemediği yanılsaması ön yargısıdır.
Hepimizin bir başkası hakkında görüşü var; tanımadığımız insanlar, arkadaşlarımız ve hatta ailemiz bundan nasibini alıyor. Öyle ki, içinde olmadığımız hatta bizzat görmediğimiz olaylara kendi normlarımız çerçevesinde bir görüş getiriyoruz. Kitaptaki anne karakteri, çocuklarını yalnız bir kadın olarak tek başına büyütürken çevresindeki ön yargılardan kurtulmaya çalışmış ve hayatını toplumda kabul gören değerlere göre yönlendirmiş. Nihayetinde, yaptıklarıyla kendini çevresine kabul ettirmiş. Şimdi de çocukları için kendine göre en doğru olan yolu çizerek onlara bir yuva kurmaya çalışıyor. Böylece başkalarının ön yargılarından kaçmaya çalışırken sanki biraz da farkında olmadan çocuklarını kendi ön yargılarının esiri ediyor.
Kitapta da dediğiniz gibi, “Şimdi bizim psikolojimizi kim düzeltecek?”
Buda, acı ve sıkıntıların kaynağını arzularımız olarak tanımlar. Ona göre, acıdan kurtulmanın yolu arzulardan vazgeçmektir.
Sürekli değişen ve hızla evrilen bir dünyaya ayak uydurmaya çalışırken, kendimizden beklentilerimiz artmakta. Sanıyorum, artık başkalarının değil de bizzat kendimizin bizden beklentilerini karşılamaya ve daha iyisini yapmaya çabalamaktayız. İşte bu çaba, “daha iyisini isteme ve başarma” bizi farkında olmadan yorgunluğa, bunalıma ve tükenmişliğe sürüklüyor.
Sosyal medya bu baskıları körükleyen en büyük faktörlerden biri. Genç bir kız, sosyal medyada gördüğü “kusursuz hayatlar yaşayan” kadınlara özeniyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Olamayınca, kendini yetersiz hissedip psikolojik olarak çöküyor. Aynı şekilde, genç bir erkek, parayla gösteriş yapan fenomenleri izliyor ve orada gördüğü yaşam standardına ulaşamayınca derin bir hayal kırıklığı yaşıyor.
Hepimiz, bir şeyleri daha iyi yapma baskısı altındayız: Daha iyi ebeveynler olmalıyız, daha başarılı olmalıyız, en güzel eve ya da arabaya sahip olmalıyız… Bu, sürekli “daha iyi olma-daha iyisine ulaşma” hali zihinsel ve ruhsal yorgunluğu da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla Buda’nın dediği gibi arzularımız acı ve sıkıntıyı da peşinde sürüklüyor.
Bir parantez açmak gerekirse, elbette bizi etkileyen dışsal faktörler de bulunmakta. Ülkemizde ve dünyada olup biten, bizim dışımızda gelişen olaylar da ruhsal dengemizi sarsıyor: Savaşlar, ekonomik krizler, adaletsizlik, çocuk istismarları, kadın cinayetleri, doğal afetler… Tüm bu olaylara duyarsız kalmak mümkün değil. Kabul etmek gerekir ki, bu konunun bireysel olarak üstesinden gelmek hayli zor!
İçinden çıkamayacağımız durumlarda psikolojik destek almak önemli. Bununla birlikte, yorgun psikolojimizin bakımını da onarımını da yapabilecek güce yine biz sahibiz ve onu en hızlı düzeltecek kişi yine biz, kendimiziz...